Deniz Kandiyoti Söyleşisi - Kadın Hareketine Yeni Tehditler: Ne Yapmalı?
April17,2021
Sevgi Uçan Çubukçu’nun moderatörlüğünde Deniz Kandiyoti ile yapılan bu söyleşi, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) tarafından 17 Nisan 2021 tarihinde zoom ve youtube üzerinden gerçekleştirildi. Bu metin, Deniz Kandiyoti’nin yaptığı sunumun ve ardından yürütülen tartışmaların dökümünü içermektedir. Söyleşi Çiğdem G.D., Ebru Özdemir, Esra Aşan, Gülefer Mete, Hatice Demir, Neval Tan, Şule Sepin İçli tarafından metne dökülmüş, metin Esra Aşan tarafından düzenlenmiştir. Etkinliğin video kaydına youtube üzerinden de erişebilirsiniz. Keyifli okumalar dileriz…
Sevgi Uçan Çubukçu’nun Konuşması:
Tüm katılımcılarımıza merhaba,
Deniz Kandiyoti’yi tanıtarak başlamak isterim. Prof. Dr. Deniz Kandiyoti Londra Üniversitesi’nde Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda kalkınma çalışmaları yürüten emekli bir profesör. Kendisi, Çağdaş Orta Asya Kafkasya Merkezi’nin kurucu başkanlığını yaptı. Önemli bir akademik yayın olan Central Asian Survey’de editörlük yaptı. Kendisinin ulusal ve uluslararası alanda çok fazla yayını var. Kültür Fragmanları, Cariyeler Bacılar Yurttaşlar-Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler Deniz Kandiyoti’nin yazdığı, hepimizin de bildiği kitaplar. Toplumsal cinsiyet, küresel siyaset, patriyarka, kadın hareketi konularında pek çok makalenin yazarı. Ayrıca Deniz Kandiyoti UNDP, UNESCO, UNİFEM, British Council, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarda sayısız projeye danışmanlık yaptı, yönetici pozisyonlarda yer aldı. 2014 yılında Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülleri kapsamında özel bir ödüle de sahip. 2011’den bugüne Arap ayaklanmalarından itibaren gelişen süreçleri cinsiyet bağlamında incelediğini, bu konular üzerine çalıştığını biliyoruz. Open Democracy sitesinin editörleri arasında da yer alıyor.
Deniz Kandiyoti’ye sözü bırakmadan önce, EŞİK ile ilgili kısaca birkaç söz söylemek; hem Deniz Hoca’ya hem de ilk kez misafirimiz olan katılımcılarımıza EŞİK’i tanıtmak isterim. EŞİK Platformu, Türkiye’deki kadın hareketinin, feminist hareketin hem politik deneyimlerini hem de bilgi birikimini içerecek şekilde kendi doğal akışı içinde oluşmuş bir platform. 340’ın üzerinde kadın ve LGBTİ+ örgütünü, karma örgütleri ve bağımsız kadınları, feministleri içinde barındıran bir platform. 2020 Mart ayında Türkiye’de pandemi dönemi başladığında EŞİTİZ Kadın Grubu, Türkiye’deki bütün kadın gruplarına toplantı çağrısında bulundu. “Pandemide kadınlara ne oluyor?” sorusunu, kimi zaman belediyelerdeki görevlilere, kimi zaman kadın örgütlerine, kimi zaman uluslararası deneyimlere başvurarak ele aldı. İki ay boyunca (Mart-Nisan ve Mayıs aylarında) her hafta belli temalar etrafında bu konularda haftalık toplantılar düzenledi. Türkiye’nin her yerinden kadınlar olarak büyük bir heyecanla bu toplantılarda bir araya geldik. Birlikte konuşuyor, birlikte tartışıyor ve birlikte anlamaya çalışıyorduk. Bu dönemde TCK’nin 103. Maddesi, çocuklarla ilgili cinsel istismar suçu konusunda af tasarısı birden gündeme oturdu. Biz buna karşı hemen bir kampanya başlattık. Şimdilik bu değişikliği durdurduğumuz başarılı bir kampanya oldu. Şimdilik diyorum çünkü siyasi iradenin ne zaman, ne yapacağını, gördüğünüz gibi kendileri dışında kimse bilemiyor. Bugünden yarına ya da bu saatten öbür saate her şey olabilir. TCK 103 gündemi üzerine etkili bir kampanya yürüttük ve şimdilik bunu durdurduk derken, daha biz başımızı kaldırıp kendimize bakamamışken İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları önümüze geldi. İstanbul Sözleşmesi ile ilgili “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” kampanyamıza başladık. O zamandan beri hem toplumsal alanda kamuoyunu bilgilendirmeye dönük çalışmalar yapıyoruz hem de siyasal alanda doğrudan siyasi kurumlara ve aktörlere dönük baskı grubu oluşturuyor, lobi çalışmaları yürütüyor, bilgi dosyaları hazırlıyoruz. Sokak eylemleri de buna eşlik ediyor. EŞİK bu konuda çok önemli bir süreç yürüttü. Kendimize göre çok da yol aldık çünkü yapılan araştırmalara göre toplumun artık yüzde doksanı İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin fikir ve bilgi sahibi ve büyük bir kesimin sözleşmeden yana olduğu görülüyor. Tabi bu neyi değiştiriyor? Bugün toplumun yüzde yüzünün böyle düşünse dahi bir şeyi değiştiremediği otoriter zamanlardan geçiyoruz. Bu, çok açık. Diğer yandan bu durum kendi yaptığımızın önemli olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Yaptığımız çalışmalar bize bir arada olmanın önemini gösterdi, bir arada olma gücünü, dayanışmayı bize yaşattı ve yaşatıyor da. Halen de bu heyecanla, bu zemindeyiz. Deniz Hocam, bugün burada olduğunuz için size çok teşekkür ediyoruz. Siz de yaptığınız çalışmalarla kendimiz üzerine düşünme fırsatı veriyorsunuz. Kadın hareketinin önündeki engeller ve bunun karşısında ne yapmalı sorusu bizim de hep gündemimizde. Kendimize bakarak, yöntemlerimize, örgütlenmemize, politikalarımıza, stratejilerimize ilişkin düşünmeye çalıştığımız meseleler bunlar… Dolayısıyla bugünkü tartışma bize çok önemli bir fırsat sunuyor. Geldiğiniz için tekrar çok teşekkür ediyor ve sözü size vermek istiyorum.
Deniz Kandiyoti’nin Konuşması
Çok teşekkürler Sevgi. Söze başlamadan aranızda bulunmaktan ne kadar mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Ben de sizi hep uzaktan izliyorum ve yaptığınız çalışmalara sonsuz saygı duyuyorum; bunu bilmenizi isterim. Bu konuşmayı hazırlarken Sevgi’nin bana çok fazla konuda yardımı oldu. Sevgi,toplantı yapalımdediği zaman ister istemez kendime sorduğum soru şu oldu: Bu süreçleri gün be gün izleyen, tabanda çalışan bir topluluğa faydalı olabilecek ne diyebilirim? Bu kolay bir şey değil. Bunun üzerine “Ne yapmalı?” sorusunu ortaya attım. Bu sorunun cevabını bilmediğimi de peşinen söyleyeyim. Bugünkü konuşmamın amacı, kendi perspektifimden durumu nasıl gördüğümü ortaya koyarak, bir tartışma zemini yaratmak ve hep birlikte nasıl bir gündem oluşturabileceğimiz üzerine konuşabilmek… Bunu yapabilmek için de konuşmamı mümkün olduğu kadar kısa tutup tartışmaya yer açmaya çalışacağım.
Uzaktan da olsa, İstanbul Anlaşması’nın fesih sürecinde grubunuzda iki ana savunma stratejisi gördüm: Birincisi daha içe dönük bir strateji diyebileceğim, kadına karşı şiddetin ve genellikle toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin boyutlarına işaret ederek mevcut yasaların ve kazanılmış hakların korunması üzerine kurulu bir söylemdi. İkincisi buna bağlı olarak dışa dönük bir stratejiydi. Bu strateji, devletin uluslararası hukuk çerçevesinde imzaladığı protokol ve anlaşmaların, bunların yarattığı yükümlülüklerin yerine getirilmesi üzerine kuruluydu. Bu iki tip argümanı -gördüğüm ve okuduğum kadarıyla- özellikle aramızda hukukçu olanlar büyük bir ustalıkla kullandı. Bu çabalar karşısında yoğun bir çarpıtma ve karalama kampanyası başladı; sanki bu anlaşmayı kabul eden ve meclisten 6284 sayılı yasayı geçiren başkasıymış gibi, emperyalizmden ve gayri millilikten dem vuran bir propaganda furyası oldu, gördüğümüz üzere. Oysa hepimizin bildiği gibi, bu anlaşmanın hem kabulü –ki bu çok önemli- hem de reddi konjonktürel ve tamamen oportünistçe birtakım hesaplara dayalıydı.
Bu noktada feminist hak arayışlarına karşı küresel boyutta yapılan iki tip saldırıdan söz etmek istiyorum. Bunları kabaca sağdan ve soldan gelen saldırılar olarak düşünmek mümkün. Küresel plandaki bu saldırıların Türkiye’de karşılıkları olduğu muhakkak. Anlatacaklarımın Türkiye’de hem söylemsel olarak hem de kurumlar bazında birebir karşılıkları var. Birinci tip saldırıların zannediyorum hepiniz farkındasınız. Bu noktada 90’lı yıllardan beri şekillenen toplumsal cinsiyet karşıtı lobiden söz ediyorum. Bu, belki daha evvel başladı; ama büyük ivmeyi 90’lı yıllarda kazandı. Bunların bir ayağı; Birleşmiş Milletler (BM) içinde ve Vatikan, Mısır, Rusya, Katar gibi güçlerin başını çektiği ve kendini “aile dostu grubu” olarak tanıtan 126 üye devlet ve 128 uluslararası kuruluştan oluşan bir koalisyon. Bu sayılar devamlı artıyor, o nedenle arada değişmiş olabilir. Bir diğer ayağı sağ popülist yönetimlerin hakim olduğu -Polonya, Macaristan, Brezilya, Hindistan gibi- çeşitli ülkelerin politikalarında görebiliriz. Zaman dar olduğu için örneklere girmiyorum… Bir diğer ayağı olarak da devletleri, kiliseleri ve şirketleri –hatta aile şirketleri tarafından cömertçe fonlanan sivil toplum kuruluşlarını (STK), düşünce kuruluşları ve medya kuruluşlarını sayabiliriz. Bu altyapıyı bir de tabandan gelen ve siyasi olarak körüklenen mizojini ve homofobiyle birleştirecek olursak ortaya feci bir manzara çıkıyor. Türkiye’de bunun örnekleri çok fazla, bunları bildiğiniz için üstünde durmak istemiyorum. Ama sivil toplum örgütlerinin kapladığı alanın daraldığını ve STK’ların yerinigongoların yani devlet güdümlü kuruluşların aldığını ve bunların da neler yaptıklarını biliyoruz. Bana kalırsa bu, işin kolay tarafı. Çünkü her biri çok ortada ve onları hepiniz izliyorsunuz. Tabii bu alan içinde de gitmeler gelmeler oluyor. Mesela KADEM örneğinde gördüğümüz gibi: KADEM İstanbul Anlaşması’nı savununca bizzat saldırılara uğradı. Kendisini savunmaya çalıştı fakat bunu yaparken kendisini feministlerden ayırmak için aile vurgusunu öne çıkardı ve eşcinselleri hedef aldı. Son olarak sözleşmeyi gayri milli ilan etti; “Biz kendi mevzuatımızla idare ederiz, başka yasalara ihtiyacımız yok, bizim kendi yasalarımız var.” gibi bir pozisyona geldi. KADEM bu konuda sürekli politik zigzaglar çizip duruyor. Bunları anlamak kolay. Daha zor bulduğum, feminizm karşıtlığına dolaylı bir şekilde yardımcı olan soldan gelen saldırılar. Bunlara soldan gelen saldırılar demeyeceğim, radikal eleştirmenlerin saldırıları diyeceğim.
Özellikle Batı’da, birçoğu kendini feminist addeden akademisyenlerin Güney ülkelerindeki kadınların direnişini kısıtlayan ve zorlaştıran tavırlar aldıklarını iddia ediyorum. Bunu tartışabiliriz; örneklerini birazdan vereceğim. Bu nasıl başladı, bu duruma nasıl geldik? Bu, tabii ki yeni bir tartışma değil. Bildiğiniz gibi feminizm-kolonyalizm tartışması eskiden beri var. Batı emperyalizminin etkileriyle, sömürgecilikten yeni çıkmış ülkelere kadın meselesinin Batı tarafından nasıl dayatıldığı… 1900’lerin başında Mısır valisi olan Lord Cromer’ın Mısırlı kadınların peçesiz gezmesini, özgürleşmesini savunurken İngiltere’de antisüfrajet hareketin yani kadınların oy vermesine karşı çıkan hareketin başını çektiğini biliyoruz. Bu ikiyüzlü tavırlar değişmedi, bir ölçüde devam ediyor.
Bence ne yazık ki Amerika’da 11 Eylül 2001 olaylarından sonra yeni bir eşik aşıldı. Bu olayları takip eden, Afganistan ve Irak’ın işgaline yol açan “teröre karşı savaş” döneminde kadın hakları maalesef bir şekilde jeopolitik maceracılığa bulaştırıldı. Bildiğimiz gibi Bush yönetimi kendisini Afganistan’da “ezilen Müslüman kadınların kurtarıcısı” olarak göstermek gibi bir misyon üstlendi. Bu olaydan sonra aralarında Judith Butler gibi birçok tanınmış feministin olduğu isimler uluslararası kadın hakları platformlarının emperyalizme hizmet ettiğini iddia etmişti ve bu konudaki akademik yayınlar çığ gibi büyüdü. Size bu konuda sayfalarca bibliyografya çıkarabilirim.
Ben de tam o sırada tesadüfen Afganistan’da bulunuyordum. 2002 senesinden 2004 senesine kadar Afganistan’da çalıştım ve orada bulunmam üç gerçeğe gözümü açtı. Bunlardan biri şu: Bir günden ötekine Afgan kadınlar ve daha geniş anlamda Müslüman kadınlar diye durup dururken yapay bir kategori yaratıldı. Oysa etrafımdaki Afgan kadınların siyasal yönelimleri, dünyaya bakışları birbirinden tamamen farklıydı, tamamen heterojendiler. Bugün Türkiyeli kadınlar diye tekil bir özneden bahsetmek ne kadar saçmaysa Afganistan için de aynı derecede saçmaydı. Bir kısmı mücahit taraftarıydı, bir kısmı kralcıydı, bir kısmı Afganistan’daki komünist partinin üyeleriydi. Ama Batı’daki akademide “biz ve onlar” yani “Afgan kadınlar ve emperyalist Batı” söylemi iyice yerleşti. Buna karşılık yapılan eğitimlerde devamlı toplumsal cinsiyet eğitimleri veriliyordu. Yeni bir kadın bakanlığı da kurulmuştu. Sizler buna yabancı değilsiniz, birçoğunuz Türkiye’de aynı işleri yaptınız. O eğitimlerde şunu gördüm; bunu nakletmeye çalışanlar yabancı eğitmenler. O sırada UNİFEM’deydim; -bu örgüt şimdi BM Kadın olarak biliniyor. Afganistan kültürüyle pek yakından ilişkisi olmayan birçok danışman orada çalışıyor ve o işleri yapıyordu. Orada kadınların, bu tanımları anlamakta çok zorlandıklarını gördüm. Niye zorlanıyordu? Çok basit bir sebepten dolayı: bu kadınlar parlamentoya seçilme hakkını yeni kazanmıştı; seçim bölgelerine mahrem biriyle ya abisiyle ya kocasıyla gitmek zorundaydı. Bu kadınlar parlamentoya seçilebiliyor ama bir şehirden ötekine gidemiyor durumdaydı. Şimdi bu kadınlara biz toplumsal cinsiyet kavramının esnekliğini anlatmaya çalışıyoruz. Bir türlü olmuyordu. Toplumsal cinsiyet kavramının uluslararası kurumlar aracılığıyla hap gibi, teknokratik bir şekilde şablon gibi aktarılması hiç iyi sonuç vermiyordu.
Buna karşılık, bu kadınların can simidi gibi sarıldığı; hükümetlerinin CEDAW’ı imzalamış olması ve 1325 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıydı. 1325 sayılı karar savaştan çıkan toplumlarda kadınların barış süreçlerine katılımı ve savaştaki şiddetten korunmaları üzerine çok önemli bir karardır. Bu Afgan kadınlar uluslararası hukuka sıkı sıkıya sarılmıştı. Ve tabii istedikleri neydi? İç güçleri çok düşüktü, parlamentoda kadın haklarını arttırmak konusunda büyük bir direnç vardı. Kendi hükümetlerine karşı tek pazarlık güçleri devletin dış fonlara çok muhtaç olduğu bir devirde bu pazarlığı yapmaktı ve geniş ölçüde de başarılı oldular. Tabii bu, her an bitebilir; Taliban gelip o Anayasa’yı yırtıp çöpe atabilir. Ama benim gördüğüm bu kadınların hepsinin uluslararası hukukun kendilerine tanıdığı hakları sonuna kadar kullanmak için bir çaba içinde olduklarıydı.
Bu noktada esas meseleye, benim Batı’yla olan problemime geliyorum. O sıralarda uluslararası hak rejimlerinin eleştirisi en canlı akademik konulardan biri haline geldi. Aramızda hukukçular muhakkak vardır. Eleştirel hukuk çalışmaları(Critical legal studies)bağlamındaki tartışmaları izlediniz mi? İzlemeyenler için ben bunları kısaca özetleyeceğim. Bu konudaki ilk çalışmalar Catherine Mackinnon gibi radikal feministlerden çıktı. Onların söylemi şöyleydi: Liberal, uluslararası hak rejimleri kendilerini evrensel olarak tanıtıyorlar; ön plana insanı alıyorlar hâlbuki temelde bunlar, erkeklerin ataerkil çıkarlarını gözeten sistemlerdir. Devletten uluslararası hukuka, hiçbirinötrve evrensel değildir. Bu tartışmanın pek çok sonucu oldu, fakat ben hemen en son zor duruma geleyim. Başlarında Janet Halley’in olduğu başka bir hukukçu grubu, tam tersi bir tezi savunarak, yönetim feminizmi (governance feminism) gibi bir kavram ortaya attı. Feminist kavramlara dayalı cezacı bir hukukun birçok uluslararası kuruluşa yayılıp anaakımlaştığını ve bunun Güney ülkelerinde ve birçok yerde zararlı sonuçlarının olduğunu iddia ettiler. Hatta buna bağlı olarak cezacı feminizm diye bir kavram ortaya atıldı. Bunun farkında mısınız? Cezacı feminizm,carceral feminismkavramının kötü bir tercümesi. Aslında “carceral” hapishaneci demek, fakat ben ona cezacı diyorum. Şimdi burada önemli olan nokta şu: Janet Halley, bu kavramları ortaya atarken meselesi köktendinci akımlara nefer yazılmak değildi; onun derdi Batı’da beğenmediği feministleri eleştirmekti. Bu feministler kimdi? Bu feministler kadına karşı şiddetin kuvvetli cezalara çarptırılmasını talep eden kadınlardı. Tabii bu arada Janet Halley ve kendilerineliberterdiyen bir grup hangi meselelerde tavır alıyorlardı? Mesela, pornografi yasaklanmalı mı? “Hayır, yasaklanmamalı.” diyorlardı. Fahişelik kriminalize edilmeli mi? “Hayır, fahişelik kriminalize edilmemelidir, fahişelik bir meslektir.” diyorlardı. Feminizmi ahlakçı, dar kafalı, adetaviktoryanbir yönelim gibi gösteriyorlardı. Dolayısıyla bu, Batı’daki feminizmin kendi içinde ve inanmayacaksınız lezbiyen akımların kendi içinde bir didişmesi sonucunda ortaya çıktı. Janet Halley’nin “Taking a break from feminism” -Feminizmden Mola Almak olarak çevirelim- adlı kitabının tanıtımında ben de konuşmacı olarak bulunuyordum. Konu o kadar ayrıntılı mahalle kavgalarına dönmüş durumdaydı ki Batı dışındaki bir topluluğun meselenin ne olduğunu anlamasına imkân yoktu. Mesela “lezbiyenler arasında sado-mazoşizm kabul edilmeli mi, edilmemeli mi?” gibi küresel açıdan oldukça düşük önemde sayılabilecek meseleleri büyüten tartışmalar. Bu tabii çok önemli; çünkü bizi başka bir yere getiriyor. Bunun Ortadoğu’da ve Batı dışındaki dünyada, tepkileri var. Size tepki olarak bir örnek vereyim: Paul Amar Mısır’da kadına karşı şiddet platformlarının doğrudan doğruya güvenlikçi devletle, şehirli orta sınıf kadın STK’ları arasında bir ittifak olduğunu ve çok karikatürize olarak işçi sınıfı erkekliklerini marjinalize ve kriminalize ettiğini ortaya atıyordu. Mısır’daki kadın STK’ları, sanki oradaki kırk yıllık kadın hareketinin bir parçası değil de dış kaynaklı fonlarla beslenen ve güvenlikçi devlete hizmet eden birtakım aygıtlar olarak gösteriyordu. Afgan kadınlar örneğindeki gibi bunun ne kadar hız kesici, ne kadar zararlı olduğunu ne kadar anlatsam azdır.
Şimdi gelelim kadına karşı şiddet konusunda ortaya atılan yeni yaklaşımlara. Bunların bir kısmı antropologlar tarafından ortaya atılıyor. Buna göre kadına karşı şiddet, bir uluslararası gündem maddesi haline gelmiştir. Bu gündem maddesi her yere dayatılarak tepeden yayılıyor. Tabii Türkiye’de böyle bir şey yok, ama önemli değil. Bana kalırsa bu sorun şundan çıkıyor: Savaş sonrası birçok ülkede devlet yıkılmış durumda. Irak, Afganistan, Suriye’ye baktığımızda gördüğümüz gibi uluslararası fonlar birtakım kuruluşlar tarafından halka akıtılıyor. Ben en iyi Filistin örneğini biliyorum; çünkü eski doktora öğrencim, Islah Jad, oradaki bir STK’laşma sürecinden bahsetti. Çalışmasında, kadına karşı şiddetin nasıl birinci madde haline geldiğini, fon almak için herkesin bu konuya yöneldiğini, bu şekilde çatışmadan, İsrail işgalinden çıkan ve herkese şiddet uygulayan rejimin nasıl maskelendiğini ele alıyor. Şimdi problem şu: Bir ortamda çıkan kuram ve teorileri, başka ortamlara tercüme etmeye kalktığınızda istenmeyen sonuçlar doğuyor. Mesela İstanbul Anlaşması’na karşı kurulan söylemler nasıl bu uluslararası söylemlerden ödünç alınarak yapılıyor? Birdenbire gayri millilik, antiemperyalizm, özerklik, milli bağımsızlık gibi konular gündeme geldi. Ben bu konuları, sadece memleketlerin, ülkelerin içindeki sağ eğilimlerin değil uluslararası akademik tartışmaların ve çatışmaların da beslediğine inanıyorum. Demek ki iç ve dış çok fazla olumsuz koşul var. Belki 1995’e kadar kadın hak savunuculuğunun yükseldiği bir devir olduğunu söyleyebilirdik. Benim kuşağım 70’lerden başlayan bir süreci izledi, hepimiz Türkiye’de 90’lı yıllarda çalışmalar yaptık ve o zamanlar kadın hareketlerinin iyi kötü bir altyapısı vardı. Aramızda daha genç olanlar o devri yaşamamış olabilir, bir kısmınız da çok iyi hatırlar: bir yanda üniversiteler, kadın çalışmaları, bir yanda bürokraside bazı birimler, bir yandan STK’lar bir yandan araştırma şirketleri gibi birçok bileşkenin bir araya geldiği, birleştiği bir noktada birtakım hareketlilikler elde edilebiliyordu. Bugün geldiğimiz noktayı daha iyi anlatabilmek için ve ortaya atmak istediğim meseleleri gündeme getirmek için size 2004’ü hatırlatmak isterim. Eminim bazılarınız bu platformların, koalisyonların içindeydiniz. 2004’te ceza hukuku üzerine büyük çalışmalar yapıldı. Bu çalışmaların başarılı olması için kaç faktör gerekti? Bir; o dönem yerleşmiş ve bütün kurumları özerkliğinden mahrum etmiş bir yönetim yoktu. İki; Avrupa Topluluğu’na kabul sürecinin kritik bir aşamasındaydık, hâlâ insanlar Kopenhag Kriterleri’ni ciddiye alıyor ve uyum göstermeye çalışıyorlardı. Üçüncüsü; uluslararası kuruluşlarda -mesela Yakın Ertürk gibi- kadın hakları ve şiddet konusunda çalışan arkadaşlarımız vardı. Dolayısıyla hem ulusal ve uluslararası alanda hem devlet ve sivil toplum alanında hem de Avrupa’ya uyum bağlamında rüzgârlar aynı istikamette esiyordu. Büyük zorlukla yapılan bu değişiklikler, bu koşullarda gerçekleşti.
Şimdi “Ne yapalım?” sorusuna cevap verirken, bugün olan duruma bakalım. Konuşmamın başında da belirttim; savunmaların çoğu hukuka dayalı. Bu da hukuk devleti olduğumuz, hukuka birilerinin sahip çıkıp saygılı olacağı varsayımına dayanıyor. Oysa böyle bir şey yok. Avrupa Topluluğu, Türkiye’yi tamamen marjinalize ettiği için, göçmenler ve Doğu Ege konusunda istenilen tavırlar elde edilirse insan hakları konusunda en ufak bir kriteri dahi uygulamayacak. NATO konusunda çok önemli gelişmeler var, Türkiye’ye yeni görevler veriliyor. NATO’nun içinde yeni bir pazarlık var; Türkiye’ye “sen NATO’da işimizi gör, göçmenleri tut, biz karışmıyoruz.” deniyor. Bir olumsuzluk daha ekleyelim. Siz benden daha iyi biliyorsunuz, STK’lar açısından ortada özerk bir sivil toplum alanı kalmadı; medya da aynı şekilde… Bunları önümüze koyduğumuz zaman evvelden benimsenen stratejilerin artık geçerli olmadığı çok açık. Ben hukuk çalışmaları olmasın, her türlü baskı uygulanmasın, Avrupa Topluluğu’na savunmalar yapılmasın, usulsüzlükler yazılmasın demiyorum. Ama bunların yanında yeni, daha evvel denenmemiş stratejiler geliştirmek şart diye düşünüyorum. Bunlar nasıl yapılabilir, kimlerle yapılabilir? Öncelikle, kadın ve cinsel yönelim konusunu, toplumsal cinsiyet meselelerini kültürel yöne çekmeye çalışanlardan bir an evvel kurtulmak gerek. Çünkü artık anlaşıldı ki, toplumsal cinsiyet bir kültür değil bir politika meselesidir. En tutucu tavırları Batı’da gördüğümüzü unutmayalım. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kadının kendi bedeni üzerinde tasarrufuna karşı hareketlerin şiddeti hiç bir yerde yok: doktorları öldürüyorlar, inanılmaz bir kadın düşmanlığı, inanılmaz bir antifeminizm var. Diğer yanda bunu dengeleyen unsurlar da, liberaller de var; dolayısıyla Amerika’da adıyla sanıyla bir kültür savaşı yaşanıyor. Ve bu bir kültür savaşı değil, politik bir savaş. Kimin, nasıl bir toplumu, nasıl bir rejimle yöneteceği problemi. Doğrudan doğruya çoğulcu bir demokrasiye mi yöneliyoruz yoksa otoriter bir rejime mi yöneliyoruz? Otoriter rejimin ayrılmaz bir parçası, bir paketi, kadınları haklarından mahrum etmek, varolan hakları geri almak, cinsel özgürlük meselelerinin defterini kapatmak…
Bu meseleyi ne zaman konuşma yapsam hatırlatıyorum. Genç neslin arasında bunun politik bir mesele olduğu iyice yerleşmiş durumda. Birçok genç artık başka kategorilerle düşünüyor. Tahrir Meydanı’ndaki gençler de öyleydi, Gezi’deki gençler de böyleydi, bugün Boğaziçi direnişini yapan gençler de böyle. Hal böyle olunca, stratejik olarak birlikte olacak gruplar kimlerle çalışabilir, nasıl çalışabilir? EŞİK etkisini nasıl artırabilir? Bunun için de size bazı sorularım var. Bitirmeden kendi merak ettiklerimi size sormak istiyorum. Büyük organizasyonlarla, paralarla tabandaki kadınlara ulaşma stratejilerini biliyorsunuz. Diyanet’in bu iş için büyük bir bütçesi var. Eskiden belediyelerde özellikle çocuklu kadınlara yönelik birtakım hizmetler vardı. Siz çeşitli yörelerden, kentlerden kadınlarsınız, görüyorum. Kadınlara olduğunuz yerlerde kim, nasıl ulaşıyor, ne hizmetler veriyor ve kadınlar arasında bu nasıl kabul görüyor? Aylar öncePodemadlı bir grupla bir görüş alışverişi yapmıştım. Bir anket yapmaya çalışıyorlardı. Sormanız gereken birinci soru şu, demiştim: Başına bir iş geldiğinde kime gidiyorsun? Muhtara mı? İmama mı? Kime danışıyorsun?
Kadınlara yönelik kocaman bir sektör var; devletten özel sektöre, bu tabanı etkilemeye çalışıyorlar. Bence, tabandakilere ulaşım ve hizmetler yeterince çalışılmadı. EŞİK’te herkes bunun bir küçük fotoğrafını çıkarsa bence çok yararlı olurdu. Çünkü ortada çok boşluk var. “Birtakım imkânlarla, paralarla, belediye hizmetleriyle… insanlara ulaşılıyor, biz ne yapabiliriz?” diyeceksiniz belki. Bence öyle değil. 90’lı yıllarda Refah Partisi daha iktidarda bile değilken en başarılı mobilizasyon şekilleri mahalle aralarında gönüllü kadınlarla yapılmıştı. Bana kalırsa yeni bir gönüllüler ordusu gerekiyor. Çünkü tabandaki kadınlar hiçbir şekilde memnun, mesut değil. Ve hepsi büyük bir farkındalık içinde. Bu farkındalığı insan nasıl anlayabilir, nasıl görebilir? Bu birinci sorum. Gençler arasında yeterince çalışma yapılıyor mu? Burada size çelişkili gelebilecek bazı tekliflerim olacak. Ben artık kadın odaklı çalışmaların sonuç vereceğinden emin değilim. Biliyorum, feminist grupların içinde erkekleri dahil etmek konusunda hep direnç oldu; haklı olarak bu direnç oldu. Fakat eğer bu meseleler kültürel değil politik bir meseleyse yönetim biçimi olarak çoğulcu demokrasiyi benimsemiş olan bütün gruplar karma ve erkek grupları dahil olmak üzere birlikte çalışılabilecek gruplardır. Nitekim ben şunu görüyorum; medyada erkek gazetecilerin büyük hizmetleri oluyor. Bazılarını izliyorum ve İstanbul Anlaşması konusunda yazıp çizdiklerini çok yararlı buluyorum. Dolayısıyla en geniş bazda koalisyonlar nasıl kurulur? Ben soruyu öyle soruyorum. Erkek, kadın, genç, yaşlı…
STK’ların altın yılları diyebileceğimiz yıllarda, 80’lerden sonra hatta 90’lardan sonra feminizm kimlik politikaları üzerine başlamıştı. Müslüman, laik, Kürt kadın grupları ve kadın hak savunucuları arasında belirli açılımlar ve diyaloglar oluşmuştu. Bana kalırsa feminizmin içinde kimlik politikalarını yadsımayan ama onu aşan yeni bir politik yapılanmaya ihtiyaç var, özellikle Türkiye’deki feministler arasında. Bu nasıl yapılabilir? Benim bazı fikirlerim var; sözü size verip “Siz ne düşünüyorsunuz?” sorusuyla bitirmek istiyorum. Çok teşekkürler.
(Tartışma bölümünde sorular, yorumlar kısaltılarak aktarılmıştır.)
Sevgi Uçan Çubukçu: Deniz Hocam biz çok teşekkür ederiz, bunlar bizim de çok düşündüğümüz meseleler. Yaşadığımız yüzyılda belki de en görünür ve en güçlü hareket kadın hareketinin eşitlik mücadelesi. Ancak elde ettiği başarılar ve kazanımlar son 20-30 yıldır saldırıya uğruyor. Bu noktada Nermin Abadan Unat’a bir atıf yapacağım. Kültürel alana sıkışmışlığa ve kadın hareketinin kendi içine gömülmüşlüğüne karşı “artık kendi has bahçesinden çıkmalı” diyen bir cümle kurmuştu. Kültürel alana -ataerkil iktidarların, muhafazakâr, popülist iktidarların bizi sıkıştırmak istedikleri kültürel alana- sıkışma tuzağına düşmeyip bu politik mücadeleyi, politik alanda cinsiyetlerin ve bütün ezilmiş grupların en geniş ittifakı ve koalisyonuyla verebileceğimiz bir mücadele anında olduğumuzu söylüyorsunuz değil mi? Geçtiğimiz yüzyıl kadın olmak üzerinden ya da cinsiyetler üzerinden mücadele verebiliyorken artık bu noktada çok geniş bir demokratik mücadeleyi çoklu öznelerin üzerinden verebileceğimizi vurguladınız.
Çok teşekkür ediyoruz. Şimdi söz almak isteyenlerle devam edelim. Fatmagül Berktay Hocam size söz vermek istiyorum
Fatmagül Berktay: Öncelikle Filistin örneğini biraz açar mısın diye soracağım. Konuştuğumuz tüm bu konularda EŞİK, pratikte önemli bir şey yapıyor; Deniz’in teoride anlattığı anlayışı pratikte uygulamaya çalışıyor. Deniz, erkeklerin katılımına olan dirençler konusundaki görüşlerini de soracağım. LGBTİ bireylerin kimlik politikasında çok hassas davranışları var. Haklılar; bu geniş koalisyonlar meselesi açısından bunu nasıl değerlendirebiliriz diye sormak istiyorum.
Evrim Kepenek: Hocam merhabalar. Sizi dinlemek yıllar sonra çok iyi geldi, çok teşekkürler. Benim iki sorum vardı. Haberi yazacağım, eksik yazmak istemiyorum, net olarak aktarmak istiyorum. “İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için politik mücadele gerekiyor; bu, şart.” dediniz. Bu anlatım doğru mu olur acaba? İkinci sorum ise şu: Sözleşmeyi savunmak için en geniş cepheyi nasıl oluşturmalı kadınlar?
Hatice Demir: Merhaba. Çok kısa iki şey söylemek istiyorum Deniz Hocama. Birincisi, bugün dünyada bütün sistemlerin kuruluşu ve işleyişi güç kültürüne dayanmakta. Çünkü güç kültürü eril bir kültürdür. Buna bütün siyasi sistemleri, ekonomik sistemleri katabilirsiniz. Oysa kadınların en çok gücünü yitirdiği alan ekonomik alan. Bu güç kültürü içinde kendilerini ifade alanı bulamıyorlar. Bunun yerine görev kültürü üzerinden yürüyen bir sistem daha dişil bir sistem. Dolayısıyla kadınların birçok probleminin böyle bir sistem içinde çözüleceğini düşünüyorum. Ne dersiniz? İkincisi de kadınların bu savunuculuğu, hareketleri, kazanımları politik düzleme taşınması kadınları bu bağlamda ayırmak, kutuplaştırmak gibi bir tehlikeyi barındırıyor. Bunu nasıl bertaraf edebiliriz? Teşekkür ederim.
Hülya Gülbahar: Çok teşekkür bu güzel, kapsamlı sunum için. Yerelde kadınlara ulaşmak meselesini epey zamandır EŞİK’te tartışıyoruz. Henüz tam olarak olgunlaştıramadık ama üzerinde çalışıyoruz. Belki bölge toplantıları ya da yerel toplantılarla ilk adımlarını attığımız komşuluk, komşudan komşuya iletişim konusu var. Bu, kadınların elini yerelde de çok güçlendirecek bir şey. Çeşitli partilerin tabanlarındaki kadınlara ve meslek örgülerinin, sendikaların tabanlarındaki kadınlara ulaşarak, birlikte el ele vererek çözmeye çalışacağımız bir süreci tartışıyoruz. Olgunlaştığında muhtemelen fark yaratıcı bir adım atılmış olacak Türkiye kadın hareketi açısından.
Cezalandırıcı feminizm, Türkiye kadın hareketinde de çok tartıştığımız ama bir türlü ortak görüş haline getiremediğimiz bir konu. EŞİK olarak buna da özen göstermeye çalıştık. Gerek toplumsal eşitliği sağlamak için eğitimden iş yaşamına kadarbeş acil talepkonusunda gerekse İstanbul Sözleşmesi’nin uygulaması için atılması gerekenon iki adımkonusunda meseleyi cezalandırıcı olmaktan, politikalardan çıkartıp önleyici ve koruyucu mekanizmalara çevirebilmek konusunda EŞİK olarak bir gayret içerisindeyiz. Henüz etkili sonuçlar alamasak da, en azından önleyici politikalar yani şiddeti başladığı anda durdurma politikaları meselesine Türkiye kadın hareketi daha fazla kafa yormaya başladı bu süreçte. “Ne yapmalı?” konusunda Türkiye kadın hareketinde biraz zayıf gördüğüm iki noktaya değinmek istiyorum ve bu konudaki fikirlerinizi de ayrıca merak ediyorum.
Laiklik meselesini Türkiye’de kadın hareketinde yeterince tartışıp ortak görüş oluşturma konusunda adım atamadık. Bu benim kadın hareketine dair gözlemim ve bir miktar da eleştirim. Ama haksızlık da etmek istemiyorum. Laikliğin özel alana uzandığı alanlarda, -mesela evlilik yaşı, mesela erkek çokeşliliği gibi konularda- çok önemli şeyler yaptık. Türkiye toplumunu kendi tezlerimize ikna ettik, tabii ki süreç, bilim de buna yardımcı oldu; Türkiye kadın hareketi bu konuda ortaklaştı. Bu konuda ortaklaştığımız için laikliğin özel alana tekabül eden tartışma konularında güçlü olduğumuzu düşünüyorum. Fakat laikliğin kamusal alana uzandığı konularda aşırı parçalı ve sorundan kaçan bir yaklaşımımız var. Mesela, Cuma günleri, Cuma namazı için erkek memurlara izin verilmesi tartışmasını biz kendi içimizde yapamadık bile. Çünkü toplumun geniş bir kesimi erkeklerin Cuma namazına gitmesini, kadınların Cuma namazına gitmemesini savunuyor. Böylece devlet memuru kadınlar, Cuma günleri erkekler yerine çalışmak zorunda bırakıldı. Biz bunu konuşamadık bile. Böyle bir sorunumuz var. Özellikle hilafet gelsin, Anayasa’dan laiklik çıksın, yeni Anayasa yapalım ama içinde bunlar olsun… gibi konuların gündeme geldiği koşullarda Türkiye kadın hareketi olarak bu konuyu biraz daha cesaretle tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.
İkincisi, özellikle zayıf olduğumuzu düşündüğüm nokta -Kovid süreci de bunun çok altını çizdi-emekçi kadınların, çalışan kadınların Türkiye kadın hareketi ile ilişkileri ve feminist hareketin bu kadınlarla olan ittifakı ya da bu kadınlarla ortaklıklarını hep geri planda tutması. Kovid döneminde evde ve işte en çok çalışan kadınlar olduğu halde konfederasyonlar kadınları unuttu. Kovid döneminde birbiriyle dayanışan yine kadınlardı. Baroda kadınlar için bir şey yapılıyorsa barodaki kadınlar yaptı. Sendikalarda kadınlar için bir şey yapılıyorsa sendikalardaki kadınlar yaptı. Kovid sürecinde gerek dünyadaki Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler gibi kurumların gerekse ülkedeki muhalefet adına konuşan kurumların kadın sorunu konusunda çok geride durduklarını, hatta geri olduklarını ve de hiçbir şey yapmadıklarını gördük. Bunun üzerinin bir şalla bunu örtüldüğünü ve Kovid döneminde de bu örtünün kalkıp çıplak durumu gördüğümüzü düşünüyorum. Kovid ile beraber oluşan iş kaybı, gelir kaybı üzerinde çok az duruyoruz. Burada bir yaklaşım farkı var. Üniversite mezunları da şiddet uygulayabilir diyerek ekonomik bağımlılık, erkeklere bağımlılık, bağımlı aile modelleri, kadınların erkeklere bağımlı olduğu modelleri tartışmadığımız için yoksullukla şiddet bağlantısına yoğunlaşmadık. Herkes şiddet uyguluyor. Tamam ama, şiddetten kurtulabilme şansı belli toplumsal kesimler için geçerli; emekçi kadınlar için, ev kadınları için eğer bağımlı yaşıyorlarsa, toplumsal destek mekanizmaları olmazsa imkânsız gibi bir şey. Bunu Türkiye kadın hareketi olarak ihmal ettiğimizi düşünüyorum. Bu konunun daha güçlü üzerinde durmalıyız. Çünkü muhafazakârlığın artışında, kadınlar başka bir çıkış olmadığı için aileye sarılmak zorunda kaldığında muhafazakâr hareketleri de otoriterliği de besleyen bir süreç yaratılmış oluyor. Bunu, Türkiye kadın hareketinde önümüzdeki dönemde daha çok tartışacağımızı sanıyorum. Özellikle laiklik ve ekonomik bağımlılık meselesi konusunda sizin görüş ve önerilerinizi merak ediyorum. Mesela laiklik konusunda İngiltere deneyimi -fonların laik kadın örgütlerinden diğer alanlara akması deneyimi- de var. Çok teşekkür ediyorum varlığınız ve katkılarınız için.
Çiğdem Aydın: Deniz Hocam ve Sevgi çok teşekkürler öncelikle. Daha önce dinlediğim bir konuşmanızda da demokratik kitle örgütleriyle birlikte yapılacak koalisyonların, onlardan müttefik kazanmanın ne kadar önemli olduğunu, toplumsal düzen değişikliği talep ediyorsak bunu yapmaya mecbur olduğumuzu anlatmıştınız. Toplumda büyük bir kutuplaşma var ve bu, özellikle istenen bir şey. Böyle yapılmak isteniyor ve bunun için çalışılıyor. Hükümet kendigongolarını kurduruyor, onları fonlarla besliyor, ev veriyor, her şeyi veriyor... Biz de kadın hareketi olarak kendi arzu ettiğimiz politika değişikliklerini yaptırmaya ya da korumaya, kazanımlarımızı korumaya çalışıyoruz. Bu kutuplaşmayı kendi haline bırakıp “herkes kendi bahçesinde oynasın zaten sarflar belli” mi demek lazım? Yoksagongolar ve farklı düzende yaşamak isteyen STK’lar arasında da ortaklık kurabileceğimiz, koalisyon yapabileceğimiz yapılar var ve bunlar için enerji sarf etmeli mi?
Kendi adıma, kadına yönelik şiddet konusunda Türkiye’de kadın derneklerinin verdiği büyük emeklerin farkındayım. Diğer yandan bu söylemde baştan aşağı bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum. “Şu kadar kadın öldürülüyor, şu kadar kız çocuğu evlendi” diyen bir felaket tellallığı içerisindeyiz. Öldürülen kadınların dilekçesini asıyor arkadaşlarımız. Çarpıcı şeyler, önemli emekler. Ne yapıldığını ve buradaki öfkeyi anlıyorum. Fakat hiç umut barındırmadığı için birlikte çalışmamız gereken kadınlara ulaşamadığımızı düşünüyorum. Benim mucizevi kelimem, umut. Mesela “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” böyle bir şey. “Sözleşme kadınların ölmesini engeller” iyi bir cümle değil, ama “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” çok iyi bir cümle. Çünkü tamamen olumlu bir şey barındırıyor. Kadın meselesinin çözümünde, her konuda umudu zerk etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Siz bunu, çok mu iyimser bulursunuz? Yoksa başka bir şeye mi ihtiyaç var? Sorum bu. Teşekkür ediyorum.
Yıldız Ecevit: Merhaba, herkese iyi akşamlar. Çok teşekkür ederim, Deniz Hocamızın konuşmasına. Ben senin, Alev’in ve birçok başka arkadaşımın çalışmaya başladığı toplumsal cinsiyet düşmanlığı konusunda 2018’de çalışmaya başladım. Macaristan’da, Orta Avrupa Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet dersleri kaldırıldığında ne olduğunu kendi kendime sordum. Bu dalga bize gelir mi, endişesini taşıdım; nitekim geldi. Görebildiğim kadarıyla toplumsal cinsiyet düşmanlığı bir taraftan son hızıyla yükselirken, bir başka yerden başka bir şey yükseliyor. Dünya kadın hareketinin gücünün artması, küresel kadın gücünün artması ve özellikle Latin Amerika’da verilen mücadele bana umut veriyor. Umutlanıyorum, çünkü bu kadın hareketi, 90’ların kadın hareketi değil artık, küresel bir kadın hareketi. Hangi ülkeyi okuduysam görüyorum ki, kadın hareketi müttefiklerini aramış, bulmuş veya bulmak üzere. Bizim de ittifaka ve feminist hareketin kapsayıcılığına ihtiyacımız var. Bu çok önemli. Feminist politika yapımında geniş bir gündeme ihtiyacımız var. Çünkü görebildiğim kadarıyla feminist gündemimiz son yıllarda daraldı. Bu gündemi genişletmek ve aynı zamanda feminist politikanın kapsayıcılığını arttırmak gerek diye düşünüyorum; birincisi bu. EŞİK’te bu ittifakların nasıl yapılacağı üzerine konuşuruz.
İkinci önem verdiğim nokta, genç kuşaklar, kuşaklar arası ilişkilerin artması. Kısa bir süre önce öğrencilerimle kuşaklar arası feminizm adlı, gönüllü katılımlı bir araştırma başlattım. Bu çalışmayı kuşaklar arası feminizmin nasıl taşındığını ve bu ilişkilerin nasıl güçlenmesi gerektiğini merak ettiğim için başlattım. Kuşaklar arası aktarımın çok önemli olduğunu ve genç kuşakların da bizim aramıza katılmasının çok iyi olacağını düşünüyorum. Bundan bizim orta yaşlı kadınlar ya da 80’leri, 90’ları, 2000’leri Türkiye’de yaşamış kadınlar grubu olduğumuz ve genç kuşaklar da bize katılsın dediğim anlaşılmasın. Biz birbirimizi bulacağız, birbirimizden öğreneceğiz, bizim de onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Ancak bizim de deneyimlerimiz var. Onların sınıf, renk, ırk, etnisite, cinsel kimlikle ilgili açılımları sağlamış olmaları, geniş görüşleri, bakışları çok güzel. Dolayısıyla kuşaklar arası ortaklıkların sağlanmasını müthiş önemli buluyorum. Kuşaklar arası farklılıklarımıza değil, ortaklıklarımıza bakmalıyız, ortaklıklarımızı aramalıyız.
Üçüncü söylemek istediğim bilgi-siyaset ilişkisi üzerine; bir başka deyişle akademi ve aktivizm ilişkisi üzerine. Bu ilişkinin gücüne, varlığına ve faydasına her zaman çok inanmışımdır. Akademi ve aktivizm ilişkisini hiçbir zaman ihmal etmemek lazım, çünkü Türkiye’de feminist hareketin gücü akademik feminizmden de beslendi. Bu bağı koparmamamız gerektiğini düşünüyorum. Yerelin gücüne inanıyorum. Feminizmin yayıldığını biliyorum. Feminizm, küresel ve metropol şehirlerde kalmamalı daha da yayılmalı, daha da güçlenmeli. Yerelin büyük bir potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Kimliklere de önem verdiğimizi her zaman hatırlamalıyız. Feminist politikanın kapsayıcılığını, cinsel kimlikler de dahil bütün kimlikleri, feminist politikanın önemsediğini unutmamalıyız. Bu kadarla bitireyim şimdi. Teşekkür ederim.
Deniz Kandiyoti: Buraya kadarki sorularınıza yanıt vereyim. Fatmagül’den başlayacağım. Kimlik politikalarına çok sıcak bakmıyorum, açık söyleyeyim. Kimlik politikası derken buna feminizmi de dahil ediyorum. Az önce Filistin’de şiddet örneğinden bahsettim, bu çalışmaları yapanlar sevdiğim ve saygı duyduğum arkadaşlarım. Şunu iddia ediyorlar: Kadına karşı şiddet tabii ki var, fakat uluslararası kuruluşların fonlarıyla çalışan STK’lar, eski politik hareketlerin yani tabandaki politik hareketlerin yerini aldı ve onları depolitize etti. Eskiden çeşitli politik grupların mahalle bazında, örgütleri vardı. Şimdi bu baz örgütler gitti ve onların yerine birtakım STK’lar geldi. Bu STK’lar da tabandan çok kopuk hareketler içindeler ve kadına karşı şiddet politikaları için paralar alıyorlar. Lila Abu-Lughod’un edisyonunu yaptığıThe Cunning of Gender Violence(Toplumsal Cinsiyet Şiddetinin Kurnazlığı) adlı yeni bir kitap çıkacak. Bu kitapta Rema Hammami’nin Filistin’de kadına karşı şiddet çalışmaları konusunda okuduğum ve çok doğru bulduğum bir yazısı var. Bu tür dilemmaları Yakın Ertürk çok daha iyi bilir, bir ara söz alacaktır diye düşünüyorum.
Hatice Hanım, “güç kültürü” dediniz. Ben eril kültür-dişil sistem ikilemine inanmıyorum. Güç kültürünün içinde konumlanan çok fazla kadın var. Hepiniz Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitabını okumuşsunuzdur. Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki gibi her toplumun bol bol Serena Joy’ları vardır. Türkiye’de de bol bol Serena Joy var. Erkek mağduriyeti diye hüngür hüngür ağlayan kadın yazarlarımız var. Şimdi erkek mağduriyeti diye bir kavram çıktı. Bir sürü kadın öldürülüyor; koruma emri verilmesi gerekir, verilmiyor; kadınlar öldürülüyor. Birden birtakım kadınlar çıkıp diyor ki: “Bu koruma emirleri eziyettir, aileyi yıkar, erkekleri ezer.” Bunları söyleyenler kadın; bu kadınlar belirli bir politik hareketin içinde saflarını almış durumdalar. Bunu görelim. Evet, kadınlık müştereklik yaratır, ama çok da ayrılık var. Şu anda kadının müşterekliği üzerinden strateji kuramazsınız. Ben bunu iddia ediyorum. Benim Serena Joy gibi kadınlarla ittifak kurmam mümkün değil. Bunu yapacağıma, Murat Yetkin’le aynı safa geçerim, daha rahat ederim. Bilmem anlatabiliyor muyum? Çok basit aslında benim söylediğim. Dolayısıyla Hatice Hanım, orada sizden ayrılıyorum.
Hülya’nın söyledikleri çok ilginç. Cezacı feminizm olayı da çok komik. Devletin kendisi, erkek şiddetini kriminalize etmeye çalışıyor. Bir bakanın “Tecavüzcüleri hadım edelim.” sözlerini hatırlıyor musunuz? Bu cezacı bir tavır ama feminist bir tavır mı? Hayır. Bu adamlar için “Bunlar sapıktır, yoksa erkekler şiddet yapmaz” demeye getiriyor. Bu konuda uyanık olmak lazım. Hülya laiklik, yoksulluk ve işçi kadınlara değindi. Evlilik yaşı, çokeşlilik gibi konuları laikliğin bir başarısı olarak görmüyorum. Toplumların dönüşümleri vardır. Şartlar, koşullar öyle değişiyor ki… “Üç çocuk yap, evde otur” diyorsun, ama öyle bir imkân yok. Bugün okulların artık bedava olmadığı, çok paralı olduğu bir ortamda şehirli normal bir ailenin üç çocuğu yetiştirecek ve ayrıca kadını da evde ücretsiz tutacak bir durumu yok. Dolayısıyla bunu geri çevirmek için birtakım altyapılar olması lazım. Mesela kadınlara maaş bağlayacaksın. Bunu da denediler, “kadınlar çalışmasın, ninelere maaş bağlayalım, büyükanneler çocuklara baksın.” dediler; her şeyi denediler ama olmadı. Olmuyor, cin şişeden çıktı, geriye tıkılamıyor. Durumu böyle görüyorum. Bugün kanun olarak, yasak olarak ne yaparsanız yapın, cin şişeden çıktı. Buna “feminizm” demiyorum, “başka bir farkındalık” diyorum. Ve bu farkındalık, hayat koşullarının zorladığı bir farkındalık. Artık bu, gerçekçi olmayan, sosyolojik realitelerle uyuşmayan bir söylem. Özel alandaki güçlülük meselesine katılıyorum ve açıkçası bunun pek geri dönüşü olduğunu da düşünmüyorum. Tam tersine mütedeyyin grupların arasında rıza ile evlenme, daha az çocuk sahibi olma, ayrı ev açma, hatta çokeşlilik bile artık mevzu değil. Bu artık birtakım kadınların kariyer olarak seçtiği, çabuk sermaye sahibi olmak için seçtiği bir geçim yolu. Genç, üniversite mezunu, çokeşliliği kabul eden kadınların bunun ezildikleri için yaptıklarını zannetmiyorum. Orada başka motivasyonlar da işin içine giriyor; bu konuya girmek istemiyorum.
Yoksullukla şiddet arasındaki bağlantı çok önemli. Fakat artan erkek şiddetinin yoksullukla ilişkili olduğunu düşünmüyorum. Bildiğimiz geleneksel ataerkil sistemin artık çöktüğüne inanıyorum. Ve şu anda yaşadığımız dönemin artık ataerkillik değil, eril yeniden diriliş dönemi olduğunu düşünüyorum. Birçok hakkını kaybetmiş, artık ailelerine aş getiremeyen, kadınlarına bakamayan, annelerini kendi evlerine alamayan marjinalleşmiş erkeklerin başka yollarla ve toplumun yardımıyla kendi güçlerini devam ettirme çabası olarak görüyorum. Ben buna İngilizce masculinist restorationadını veriyorum; ataerkillik demiyorum. Ataerkilliğin dönüştüğünü, başka bir sistem haline geldiğini ve bu sistemin özellikle şiddete muhtaç olduğunu iddia ediyorum. Bunun altını çiziyorum; bu sistem eskisinden daha fazla özellikle şiddete muhtaç.
Çiğdem Hanım; en büyük umut kazanmaktır. Cumhuriyet Halk Partisi, İstanbul Belediyesi’ni alınca orada kadın ve sosyal politikalar üzerine çalışan genç kadınları bir toplantı sayesinde tanıdım. Bambaşka bir manzara ortaya çıkıyor. Önemli olan kazanmaktır; umut, kazanmaktır. Slogan olarak verebileceğiniz umutların altı boşsa, burada bir şey olmaz. Her yerde, muhtarlık, il, ilçelerde kazanmak lazım.Politics of presenceyani var olma politikası, her yerde var olmak bence çok önemli ve umut burada.
Yıldız’a tabi ki, katılıyorum. Akademi ile aktivizm arasındaki ilişkiye dair çekincelerim var. Akademi ve teoriler Batılı metropollerden geldiği ölçüde kritik düşünme kapasitemizi bence bir nevi dumura uğratıyor. Çünkü bazı teorileri anlamak, anlatmak o kadar vaktimizi alıyor ki, bizim problemlerimize ne kadar az cevap verdiklerini anlamak zorlaşıyor. Bence böyle bir sorun var. Judith Butler’ın ne dediğini anlayana kadar “Peki bu, Türkiye’deki en önemli meselelere ne cevap veriyor?” sorusunu kendimize soramaz hâle geliyoruz. Akademide kuramlar şarap gibidir. Bazıları seyahat ederken bozulur, bazı şaraplar gider, bazılarını da yerinde içeceksin. Ben kuramlara böyle bakıyorum ve Türkiye’de şarap niyetine bol bol sirke içiyorsunuz diye düşünüyorum. Bu çok zor bir şey, çünkü bütün hayatım boyunca feminist bir kuramcı ve bir akademisyen olarak yaşadım. Bu sözleri söylemek beni mutlu etmiyor. Dolayısıyla ne yapmak lazım? Belki de çok ampirik, çok yerel çalışarak teoriyi yerden inşa etmeye başlamak lazım. Böyle söylediğim için amprizmle, eski modalılıkla suçlanacağım belki, ama umurumda değil. Bir şeyi bir araya getirmek için çalışmaya tabandan başlamak lazım. Bütün hayatımda en büyük ilhamı kuramdan değil, plajda yanımda oturan kadından aldım diyebilirim. Burada keseyim, diğer sözlere geçebiliriz.
Yakın Ertürk: Konuşmanda o kadar geniş bir alanı kapsadın ki, hepsine yönelik bir şey söylemek mümkün değil; her biri de üzerine düşünülmesi gereken meseleler. Sorulara yanıt verirken eril restorasyon kavramına değindin. Bu kavramı bir süredir senden ödünç alarak kullanır oldum. Şiddeti açıklarken istikrarsızlaşma noktasından hareket ederek gerek erkeğin gücünün istikrarsızlaşmasının, gerek devletin istikrarsızlaşmasının şiddetin kaynağı olduğunu, şiddeti depreştirdiğini söylüyorum. Chomsky’nin güç kavramından hareket ederek şiddete dair teorik bakışımı buna dayandırıyorum. Şiddet konusu, uluslararası hukuk ve normlar açısından çok geç gündeme gelen bir konuydu ve girmesiyle çok önemli yerlere çomak soktu. Raportörlüğüm sırasında hazırladığım raporlarda şiddeti mağduriyetin ötesine taşıyabilmek istedim. Ama ne yazık ki şiddet konusunda mağduriyet noktasına yoğunlaşıyoruz ve o zaman da şiddet bizi tüketiyor. Filistin’i ziyaret ettiğim zaman İsrail büyükelçisi yazdığım rapora sinirlendi. Şiddet deyince onlar benim namus cinayetlerinden bahsedeceğimi sandılar. Bundan da bahsettim ama şiddet ile işgalin kesişme noktasını göstermeye, bunun ilişkisini kurmaya çalıştım. Biz şiddeti ne yazık ki bu şekilde ele alamıyoruz. Uluslararası hukuk çok parçalı bir şekilde bize sunulduğu için ve fonlarla bir yerlere çekildiğimiz için, bu bütünlüğü yakalamak çok zor oluyor. Uluslararası hukuk dediğimiz şey zaten bana göre belli konuların müzakeresi sırasındaki güç dengelerinin ortaya çıkarttığı etik değerler bütünü. Birçok şey içine girdiği gibi, birçok şey de girmemiş oluyor ve o mücadele devam ediyor. Pek çok iç çelişkiyi içinde taşıyor. Zaten insan hakları dediğimiz şey, sömürgeci dinamiklerin üzerine kuruldu; bir doğum kusuru ile meydana geldi ve bizim karşı hareketlerimiz de o kusuru dönüştürebilmek için çalışıyor. Bu nedenle romantize etmemeliyiz. Ben her mekanizmayı eleştirerek başlıyorum ve bazen arkadaşlarım bundan çok rahatsız oluyor. “Bunlar bizim kazanılmış haklarımız, neden eleştiriyorsun?” diyorlar. Şu anda susuyorum, eleştirmiyorum; çünkü saldırı çok büyük. Şiddetin nasıl depolitize edici bir araç haline getirilebildiğine eleştirel bir gözle bakarak bunu nasıl dönüştürebileceğimiz üzerine düşünüyorum.
Pandemi konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Bence pandemide bir bakım krizi söz konusu. Bu bakım krizi öyle bir hale geldi ki, şimdiye kadarki kamusal alan-özel alan, profesyonel işler-ev işi gibi ikilikleri, ayrımları adeta yıktı geçti. Yeni bir ikilik, yeni bir bölünmüşlüğe gitti. Bakım krizi, daha çok kapanma, tecritle birlikte, bazı insanların kapanabildikleri, bazı insanların kapanamadıkları bir ortam yarattı. Yeni ortaya çıkan bölünmüşlükler, bize mücadele alanımızı genişletmek, geniş bir strateji oluşturmak için o kadar yeni bir zemin veriyor ki… Çünkü Kovid sonrasında dünya normale dönmeyecek, bugün yaşadığımız bazı şeyler yeni sistemi, yeni dünya düzenini oluşturacak. Saskia Sassen kentleşme üzerine çok ışık tutucu şeyler söylüyor. Yüksek yoğunluklu kentlerin, seyreltilmiş çok amaçlı yerel alanlara dönüşeceğini ileri sürüyor. Burada kendine yeterli mahalleler daha çok revaçta olacak, yerellik çok daha önem kazanacak. Bakım krizinin bu çerçevede çözümlenebileceği yeni modellere gidebileceği tartışılıyor… Bugün pandeminin yol açtığı bu yeni çelişkilerin, bize ne gibi yeni mücadele alanları açtığı ve bizi ne gibi stratejik iş birliklerine götüreceği konusunda ipuçları taşıyor diye düşünüyorum.
Esra Aşan: Öncelikle konuşmanız için çok teşekkür ederim. Akademi içinde kadın araştırmalarının, toplumsal cinsiyet çalışmalarının şüphesiz ki bu bilgi üretimine çok fazla katkısı oldu. Son yıllarda bu bölümler Avrupa’da pek çok yerde hedef haline getirildi. Türkiye’de de bunun iz düşümlerini yaşıyoruz. Bölümlerin kapatılması, YÖK’ün tacize karşı tutum belgesini geri çekmesi gibi... Diğer yandan akademideki bu çalışmalar, postmodernist, postyapısalcı söylemlerin etkisi altına girdiğinde, toplumdan oldukça uzak, kopuk hatta çoğu zaman da çok kafa karıştırıcı bir biçimde sunuluyor. Ayrıca bu çalışmaların, bu araştırmaların bilimsel olarak ne vaat ettiği de çok anlaşılmaz bir hale geliyor diye düşünüyorum. Sizin de az önce bahsettiniz gibi ampirizm, eleştirel düşünce, rasyonel yaklaşma, hakikat gibi, bir meseleye olgusal bakmak gibi pek çok şey değersizleştiriliyor. Bir yandan da akademi kendi içinde kapalı bir alan oluşturuyor ve anlaşılması zor, tuhaf bir iç dilde, iktidarcı tartışmalar dönüyor. Batı’daki bu tartışmalar, Türkiye’ye çok aktarmacı bir şekilde, bire bircopy-pastebir şekilde de geliyor. Buranın gerçekliğiyle ve buranın koşullarıyla ne kadar uyuşuyor; bu kıyafet ne kadar üstümüze oturuyor? Siz bir akademisyen olarak bu durumu gençlere etkileri üzerinden ve üçüncü dünya ülkelerine etkileri üzerinden nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fatma Aytaç: Konuşmanızı daha önce de dinlemiştim, çok büyük zevkti. Teşekkür ederek başlayayım. EŞİK Platformu’nun dünyadaki kadın hareketiyle ortaklaşa neler yaptığıyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. 15-26 Mart arasında kadının statüsü komisyon toplantısı vardı. Toplantı yeni bitti ve uzlaşılmış sonuçlar raporu çıktı. Kadın hareketi olarak Türkiye’deki sesimiz iyice kısıldığı için, sesimizi duyurmak için, uluslararası kadın hareketi ile birlikte hareket etme, onlarla ortak mücadele etme yolunu seçtik. 15 Ekim’de bir toplantı yaptık. Doğu Avrupa’daki kadınlarla, Macaristan, Hırvatistan, Polonya ve Bulgaristan olmak üzere, İstanbul Sözleşmesi konusunda hükûmetlerin baskı uyguladığı ve çekilme kararı aldığı ya da çekilme yönünde eğilim gösterdiği ülkelerdeki kadınlarla bir toplantı yaptık. Kadın gruplarıyla ilişkilerimiz transnasyonal bir şeklinde devam ediyor. 23 Mart’ta da CSW ile bir toplantı yaptık. Doğu Avrupa’dan kadınlar katıldı ve EŞİK Platformu adına da Hülya Gülbahar konuşmacı oldu. Bu toplantıya 300’den fazla katılım oldu. Uluslararası alanda kadınlarla dayanışarak sesimizi yükseltmek, hem onlara ses vermek için böyle bir yol seçtik… Çünkü herkesin birbirine ihtiyacı var. Onlar da biz onların davalarını savunduğumuz, burada destek verdiğimiz zaman çok büyük mutluluk duyuyorlar ve bundan çok besleniyorlar. Müslüman kadınlardan, farklı ülkelerden kadınlardan, “Nasıl destek olabiliriz? Nasıl birlikte çalışabiliriz?” diye talepler geliyor.
Kadın hareketi olarak biz her alanda çok uğraşıyoruz, çok emek veriyoruz. Fakat sürekli geri adım atıyoruz, sürekli geride kalıyoruz. Mesela bu son rapora “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ibaresi konamadı. BM’nin 1325 numaralı güvenlik konseyi kararı, rapora alınmadı. ILO 190 Convention rapora alınmadı. O kadar çaba sarf ediyor, o kadar uğraşıyoruz ama sürekli alan kaybediyoruz. “Mücadele etmesek daha mı iyi olurdu?” diye insan zaman zaman bir yanılsamaya düşüyor. Çeşitli ülkelerde kadına yönelik çok kötü uygulamalar var. Biz bu gruba TCK 103 tecavüz suçlularının affedilmesi mücadelesi ile başladık ve çok büyük bir katılım sağladık…Rape marriage, tecavüz evliliklerinde yirmi ülkede failler ceza almıyor. Bu alanda çalışan, sürekli mücadele eden, zaman zaman umudunu yitiren, umut kazanmak için sizin gibi insanları dinleyen ve diğer arkadaşlarla bir araya gelip iman tazeleyen bir kadın olarak soruyorum: biz nasıl bu hareketi başaracağız, biz bu erkeklerle nasıl barışacağız? Nasıl birlikte mücadele edeceğiz? Teşekkür ederim.
Zehra Arat: Herkese merhaba, Deniz Hanım New York’tan merhaba. Sizi görmek, dinlemek çok güzel. Küresel boyutta söylediklerinize katılıyorum. İki özel konuya girmek istiyorum, iki ülkede ayağım olduğu için. Birisi Amerika’daki cezacı feminizm hakkında söylediğinizle ilgili. Bu konu, beyaz avukat kadınların ortaya attığı bir şey değil; siyah kadınların kendi deneyimlerinden kaynaklanan, bu yönde yaptıkları birtakım protestolara dayanan bir girişim. Siyah erkeklerin aşırı derecede parmaklık arkasına atılmasıyla ilgili. Siyah erkeğin istikrarsızlaşması şiddetin tek nedeni olmasa da bu önemli. Siyah kadınların da tek sorunu erkek şiddeti değil, daha başka sosyoekonomik ve ırkçı politikalara dikkat çekmek istiyorlar. Bu nokta -Hülya’nın da söz ettiği- şiddet ve sınıfsal bağlam açısından da önemli.
İkinci söylemek istediğim Türkiye hakkında. “Ne yapılabilir?” üzerine düşünürken sizin düşüncenizi de almak isterim. Türkiye’de kadın haklarını kenara atmaktan öte, kadın-erkek eşitliğini tanımayan bir iktidar karşısındayız. AKP kendi inancı gereği ülkeyi birçok bakımdan yüz sene önceye götürme yolunda. Kadın konusunda da böyle. Bunun yanına neoliberal ekonomi politikalarını da koymak istiyorum. AKP, kendi güttüğü politikaların sonucu olarak kaybettiği seçmen tabanını koruyamaz, geri getiremez durumda. Çok daralmış ve bu nedenle gerici, İslamcı, mizojinist tarikat gruplarına kendini bağlamış durumda. Bana öyle geliyor ki şu anda AKP’nin kadın konusunda başka politika geliştirme şansı yok. Kadın hareketi olarak, feminist hareket olarak bunu yeterince idrak etmemiş durumdayız gibi geliyor bana. Bugün bu hakkı, öbür gün öbür hakkı korumaya çalışarak, çırpınıp kendimizi de yoruyoruz. Geldiğimiz noktada şunu anlamalıyız ki, bu iktidar sürdüğü sürece kadın hareketi ileri gidemez, sadece bir şeyleri durdurmaya çalışır. Onu da pek fazla başaramaz. Bir senedir “bir sürü konuda başarılı olduk” dediğimiz noktada bile aslında bunu görüyoruz. Onun için yapılması gereken geniş tabanlı girişimlerle iktidarı değiştirmek için çalışmak. Kadın konularını bir yana atmaktan bahsetmiyorum. Bu konuları ancak iktidarı değiştirerek yapabiliriz. Bunun için de kendi gündemimizi öne sürmeli ve bu iktidarın bunları hiçbir zaman karşılayamayacağını da vurgulamamız gerekiyor diye düşünüyorum.
Berrin Sönmez: Deniz Hocam hoş geldiniz. Konuşmanızda erkeklerle koalisyon meselesine değindiniz. Bu konuya başka yerden bakabilir miyiz diye düşünüyorum. Erkeklerle koalisyon meselesine kökten karşı değilim. Kaldı ki, EŞİK Platformu’nda da karma örgütler destekçilerimiz arasında. Bu örgütlerde kadın adına bir şey yapılacağı zaman oradaki kadınların yaptığını biliyoruz. Kadınlar, EŞİK bileşeni olarak buradalar; yer aldıkları karma örgütler ise destekçilerimiz arasındalar. Erkekler ile koalisyon meselesinde çok çekincelerim var. Mesela, Kurtuluş Savaşı yıllarına gidelim. Halide Edip ile Nezihe Muhittin arasında yaklaşım farkı var. Halide Edip “vatanım tehlikedeyken ben kadın hakları diyemem “demiş, Nezihe Muhiddin ise kadın haklarında ısrar etmişti. Neticede Nezihe Muhittin daha önce, Halide Edip ise ondan biraz sonra tasfiye edildi. Kritik anlarda kadınlarla erkekler koalisyon yaptığında o kritik an geçtikten sonra kadınların kayıplarla çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bütün Avrupa'da ve Amerika'da da böyle oldu; kadınlar evlerine geri gönderildiler. Böyle bir koalisyon şu anda demokrasi ihtiyacı nedeniyle mutlaka gerekli. Ama eski tecrübelerden yola çıkarak kadınların kayıp vermesini önleyecek yöntemler geliştirebilir miyiz; bu konuda ne yapabiliriz? Mesela, eleştirel erkeklik çalışmalarını dayatmak iyi bir yöntem olabilir mi? Onu size sormak isterim. Teşekkür ediyorum şimdiden.
Alev Özkazanç: Merhaba hocam, Sizi görmek çok güzel, konuşmanızı çok dikkatli dinledim. Çok önemli bir tartışma zemini açıyorsunuz ve birçok fikrinize doğrudan katılıyorum. Geniş ittifaklar meselesinin gerekliliği konusu, Batı merkezli kuramların bir yerden diğer yere geçirilirken, çevrilirken yol açtığı implikasyonlar yani kontrol dışı şeyler ve somut olarak neye ihtiyacımız olduğu gibi temel bir politik sorunun net olarak konulmaması… Bu vurgular benim için de çok temel şeyler. Öte yandan konuşmanızda belki yanlış anlamalara da yol açabilecek ya da benim farklı düşündüğüm ve tereddüt ettiğim konular var. Cezacı feminizmle ilgili tartışmaları bir kenara bırakıyorum. Amerika'daki siyah kadınların geliştirdiği, çok değerli bulduğum bu tartışmayı Türkiye tecrübesine aktarılabilir olarak görmüyorum. Ama Türkiye’de herhangi bir yerin deneyimini düşünürken bazı evrensel noktalara da işaret ettiklerini düşünüyorum.
Konuşmanızda toplumsal cinsiyet kavramıyla ilgili “Afgan kadınlar için toplumsal cinsiyet kavramının akışkanlığını konuşmak onlarda bir şey yaratmadı” dediniz; bu çok anlaşılır bir şey. O anda o Afgan kadınlarda yaratmamış olabilir. Fakat şu anda Türkiye için konuşalım. Toplumsal cinsiyet kavramının akışkanlığının yaniqueer, LGBTİ+ meselesinin, -kadın hareketi istesin, istemesin, tereddüt etsin, marjinal görsün, yerel bulsun, bulmasın- İstanbul Sözleşmesi tartışması ile birlikte bizzat iktidar tarafından politik rejimin merkezine konulduğunu gördük. Onlar öyle yapmamış olsalardı da toplumsal cinsiyet kavramının akışkanlığı çevresinde konuşulan konular, yaşamlar ve deneyimler meselesi her durumda yerli ve milli bir mesele. Çünkü o insanlar her yerde yaşıyorlar ve neredeyse her coğrafyada çok benzer bir ayrımcılığa uğruyorlar. Bu konuda siz ne dersiniz merak ediyorum.
Zehra Arat’ın konuşmasının sonunda söylediklerine çok güçlü bir şekilde katıldığımı da söylemek istiyorum. Bu, kadın hareketinin önüne alıp konuşması zor bir konu oluyor. Bu konu benim için o kadar net bir gerçeklik ki. “Neden başka şeyler konuşuyoruz, neden enerjimizi başka bir şeye ayırıyoruz?” demeyeceğim. Neden böyle olduğunu anlıyorum.
Fakat bir yanlışın içindeyiz. Bu, bir rejim meselesi ve çok merkezde bir mesele. Şimdi bir seçim geliyor ve kadın hareketinin gündeminde hiçbir seçim konuşması olmuyor. Oysa hiç beklenmedik bir şekilde baskın bir seçim ya da erken seçim gelebilir, seçim zamanında olabilir ya da bir nedenle geciktirilebilir. Türkiye'nin bu yola girdiği belli. İyi kötü bir muhalefet ittifakı da oluşmaya çalışıyor. Sıradan bir vatandaş olarak, bir feminist olarak şöyle hissediyorum. Herkes kendi örgütünü, kendi yakın bulduğu partiyi, örgütü, geniş bir muhalefet ittifakı için zorlamalı, bu talep yükseltilmeli diye düşünüyorum. Feministlerin de, geniş bir kadın gücü olarak bu tür bir muhalefet ittifakına “Biz de bunun kurucu bir parçasıyız. Bizim de temel taleplerimiz budur.” diyerek dahil olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunun en önemli uğraş meselesi olmasını yakın dönemde gerekli görüyorum. Teşekkürler.
Bilge: Öncelikle EŞİK’e çok teşekkür ederim. Konuşmanızda kimlik politikalarından bahsettiğiniz ve kimlik politikalarının üstünde bir feminist ve kadın hareketi ile devam etmemiz gerektiğini vurguladınız. Bugün çok tartışmalı olan kesişimsellik kavramıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Türkiye'de farklı bir uygulaması var. Laik kadınlar, Kürt kadınlar, farklı grupların özelliklerini bir arada barındırdığı, kimliklerin içinde yer aldığı grupların bazı talepleri ve farklılıkları var. Kesişimsellik kavramı ile ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Küresel bir kadın hareketini sekteye uğratan bir durum mudur? Bizi daha ileriye götürebilecek bir durum mudur? Yıldız Hocama da yanıt vereyim. Genç bir akademisyen olarak, genç jenerasyonlarla sizlerin bir araya gelmesi her zaman çok kıymetli. Teşekkürler.
Deniz Kandiyoti: Buraya kadarki sorulara yanıt vereyim. Yakın Ertürk’ün belirttiği istikrarsızlaşma meselesine tamamen katılıyorum. Mağduriyete takıldığımızı da çok güzel ifade etti. Pandemi konusunda ve bakım krizi konusunda bir şeyler yaptım. Pandeminin başında gazeteci Ezgi Başaran ile Gazete Duvar’da çıkan bir söyleşi yaptım. Bu söyleşide bakım krizinden bahsettim. Söyleşide, kadınların kat ettiği yolların erkek-kadın ilişkilerinde bir yeniden tanımlama yüzünden olmadığını; devletten, sosyal devletten veya başka yardımlarla kadınların bu işi yürüttüğünü iddia ettim. Bu çalışmada epey de tepki aldım. Sınıflar arası farkların çok büyük rol oynayacağını, işçi sınıfından kadınlar, yoksul kadınlar meselesine daha ciddiyetle geri dönmek gerektiğini düşünüyorum.
Esra'nın postyapısalcılık, aktarmacılık şeklinde verilen bilgiler ve bunların etkileri konusunda söylediklerini katılıyorum. Fakat bana kalırsa akademide Türkiye'nin yapabileceği kendine özgü birtakım işler var. Tarih yazımı konusunda Batı perspektifinin hakim olmasına karşılık Hindistan'da başlayansubaltern studiesdiye bambaşka bir tarih yazımı biçimi çıktı. Bu, metropolden değil başka yerlerden çıkan bir tarih yazım biçimi oldu. Ben Türkiye'den böyle bir feminist yazın çıkması ümidiyle yaşıyorum. Bizim olduğumuz yerden Türkiye'den Batı’ya eleştirel bakan ve feminist yazını yerinden oynatan perspektifler geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Sesleniyorum gençlere durmayın başlayın!
Fatma Hanım, tabii ki uluslararası platformlarda bulunmak, uluslararası dayanışma çok önemli. Birleşmiş Milletler bunun için çok zor bir ortam; politik dayanışmanın kolay yapılabileceği bir ortam değil. Katılımcı devletlerin bu süreçleri nasıl işlettiğini çok iyi biliyorsunuz. Birleşmiş Milletler’in kadın, aile üzerine özel bir raporunun danışma kurulundaydım ve rapor süreci çok sancılı oldu. Çünkü aile dostu grubun hücumuna uğradı. Konjonktürel olarak hangi grupların, hangi devletlerin güç ve söz sahibi olduğuna bakıp, o saflarda olduğunu düşünmeyeceğiniz bazı Batılı devletlerin de saf değiştirmesi meseleyi zor bir hale getiriyor. Dolayısıyla başka ne gibi uluslararası forumlar, ne gibi uluslararası çalışmalar yapılabileceği üzerine düşünmek lazım.
Zehra'nın söylediklerine de katılıyorum.Carceralfeminizm tartışmalarının siyah kadınlardan çıktığının farkındaydım. Akademik olarak governancefeminizme baktığımızda beyaz hukukçu kadınlar ve onların kendi içindeki didişmeleri ne yazık ki öne çıkıyor. Konuşmanızda iktidar sorununa değindiniz, “kadın hareketi başka türlü ileri gidemez” dediğiniz noktaya katılıyorum. “Mesele kadın hareketi değil, iktidarı değiştirmek için çalışmak” konusunda ben büyük bir değişiklik gözlemledim. Biliyorsunuz İran'da 2009'da Yeşil Hareket olmuştu. Yeşil Hareket’te birtakım erkekler peçe takıp, kendilerini Facebook'a koyarak kadınlık üzerinden kendilerine, öğrenci hareketine yapılmak istenen bir hakareti bu şekilde önlemişlerdi. Buna çok şaşırmıştım. O sırada Şirin Ebâdi ile bir mülakat yapmıştım. Bildiğiniz gibi kendisi İranlı Nobel kazanan hukukçu bir kadın. Bana şunu demişti: “Meseleye yanlış bakıyorsun. Benim bir sürü erkek müvekkilim vardı. Bu erkekler kadın hak taleplerine katılıyorlardı. Çünkü anladılar ki, iktidar değişimi kadın hakları meselesinin üstüne gitmeden hallolmaz.” Bana “Kadın hakları ve kadın hareketi şimdi iktidar değiştirmenin göbeğine oturmuş durumda” diyordu. İyice gerici iktidarlar, gerici toplumsal cinsiyet politikalarını pompaladıkça bu konu öne çıkıyor. Bir anlamda kadın özgürlüğü ve kadın hareketi, eskiden olmadığı kadar demokrasinin bir litmus testi haline geliyor. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi, toplumsal cinsiyetten ayrılamayacağı gibi şimdi daha merkezde. Ve genç bir kesim bunun merkezde olduğunu biliyor; bunun farkında.
Berrin Sönmez’in sorusuna geleyim. Koalisyonların çok zor olduğunu söylüyor. Evet, doğru; tarihte hep öyle olageldi. Erkek hareketlerine bakmak lazım. Amerika'da erkek hareketleri çok eski ve feminizme tepki olarak başladı. Bunların bir kısmı erkeklik kavramlarını içerden eleştiren, feminizme yakın ve eril normları yıkmaya çalışan erkekler gruplarıydı. Bu erkek grupları feminizme katkıda bulunmaya çalıştılar. Tabii hemen karşı gruplar kuruldu ve şimdi ortada korkunç derecede kadın düşmanı erkek grupları var. Özellikle internet üzerindekiler çok korkunç. Dolayısıyla erkekler arasında müthiş bir kutuplaşma var. Türkiye gibi ülkelerde erkek hareketleri yoktu. Çünkü erkekler o kadar egemenlerdi ki, kendilerini yeterince mağdur hissetmemişlerdi. Ama Ortadoğu’daki erkeklerin kendini mağdur hissetmesi için çok fazla bir şey gerekmiyor. Mesela Mısır’da boşanma hakkı bile doğru dürüst yok. Boşanma yasasında ufak bir değişiklik yaptılar, hemen “haklarımız gidiyor” diyen erkek grupları kuruldu. Babalık haklarından bahsedip, “nafaka vermek istemiyoruz” diyerek erkeklerin sivil toplumda mobilize olması bizde yeni sayılır. Dolayısıyla Halide Edip, Nezihe Muhiddin’in zamanındaki erkeklik coğrafyasıyla şu andaki erkeklik coğrafyası çok farklı. Erkekler, politik olarak kutuplaşmış durumda. Kadın hakları savunucusu olanlar bir yanda, diğerleri öbür yanda. Bu pozisyonlar oy vermeyle, politik yönelimlerle de örtüşüyor. Bu noktada zorlandığım bir konu var. Cinsel yönelimler ile politik yönelimler örtüşmüyor. Gey olup sağcı, ırkçı ve göçmen karşıtı olmak pekâlâ mümkün.
Berrin Hanım’ın sorusuna dönecek olursam bu erkeklik topografyasını anladığımı iddia edemem ama anlamak için çok ıstıraplı saatler geçirip o sağcı erkek sitelerinde bol bol dolaştım. Felaket bir şey. Kadın hareketine yakın durmak ve onları desteklemek isteyen erkeklerin meselesine de cevaplar bulmak lazım bence. Türkiye’de bu tip duyarlılıkların ne kadar gelişmiş olduğunu bilemiyorum. Ama görebildiğim kadarıyla birçok Batı ülkesinde, özellikle gençler arasında çok gelişmiş durumda. Bu gençler evlenince, çocukları doğunca ne olduğunu bana sormayın; bu yeni duyarlılıklar ile yetişkin hayatın getirdiği eşitsizlik ve baskılarla ne olacağını bilemiyorum. Yeni bir bütçe çalışması yapıldı. Çocuk vergisi diye bir şey var. Kadınların, şirketlerde yüksek ücretli mevkilerde çalışan kadınların ücretinin düşmesi çocuk sayısıyla ölçülüyor. Bu yapılan ekonomik bir çalışma. Bu değişebilir mi, nasıl değişir bilemiyorum, bu çok zor bir konu.
Alev Özkazanç, muhalefet ittifakının oluştuğunu söylüyor. Doğru; yalnız bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu muhalefet ittifakının asgari müştereklerinden biri İstanbul Anlaşması. Hiçbiri hükümetin kadın hakları, LGBTİ hakları konusundaki konumunu desteklemiyor. Ben hepsini, Babacan’ın, Meral Akşener’in bu konuda söylediklerini dinledim. CHP’yi saymıyorum bile. Davutoğlu’nun söylediklerini de dinledim. Burada muhalefet ittifakı oluşurken kadın hareketinin yapabileceği çok şey var. Çünkü bir ara kadın hakları bölücü bir unsurdu, şimdi ise birleştirici bir şey bence. Bu asgari bir plan. Belki ben güzelleme yapıyorum, belki de olaya fazla iyimser bakıyorum ama benim şimdiye kadar İstanbul Anlaşması konusunda okuduğum tepkilerde muhalefette bir çatlama, hükümetin saflarına kaçma durumu görmedim. Saadet Partisi’nin farklı olduğunu biliyoruz. MHP karşı ittifakta ama kadın meselesi konusunda da sadece “bu yabancıdır, bu emperyalizmdir” diyor. MHP’nin içinde de önemli laik bir kesim var. Evet, seçimi konuşmak lazım ama kadın hareketi olarak bir muhalefet ittifakının içinde yer almak bence şu sırada çok kolay.
Kesişimsellik kavramıyla ilgili soruya geleyim. Kesişimsellik yeni bir kavram bile sayılmaz. Çünkü kadının özne olarak sadece kadın olması zaten söz konusu değil. Ya siyahtır ya beyazdır, ya işçi sınıfıdır ya elittir; kadınları tek bir kategori olarak düşünemeyiz. Dolayısıyla kavram olarak kesişimsellik biraz fetişize ediliyor; bana yeni bir kavram gibi gelmiyor. Koalisyon kurmak, benzer olmak demek değildir; farklılıklar olduğu halde bir arada olmak demektir. Zaten dayanışma da budur. Bu, tek yumurta ikizlerinin dayanışması değil. Kız kardeşlik dayanışması tanım olarak farklı ve heterojen insanların birtakım ilkelerde birleşmesidir. Eşitlik kavramı da aynılık değildir. Eşitlik, farklılıklara rağmen hakların ve imkânların eşitlenmesidir. Dolayısıyla, ister istemez koalisyon dediğimizde kesişimsellik pratikte harekete geçiyor; zaten geçmezse de politika ölür diye düşünüyorum.
Nazik Işık: Seni görmek çok güzel, dinlemek bambaşka; çok teşekkür ediyorum. Bu tartışmanın kadın hareketi içerisinde, EŞİK’te başlamış olmasını çok büyük bir memnuniyetle karşıladığımı belirtmek için yazmıştım. Sanıyorum 2016 referandumundan sonra Uçan Süpürge’de siyasi ittifaklar, siyasi partiler arası ittifakların dışında, kadın hareketinin kendi ittifaklarını geliştirmek, sivil ittifaklar kurmanın nasıl olabileceği üzerine bir çalışma yapmıştık. Kadın hareketi, evrensel değerleri savunan bir hareket; hukukun üstünlüğünü savunuyor, demokrasiyi savunuyor. Cinsiyetimizle ilgili sorunlarımız açısından otokrasiyle değil demokrasiyle yönetilmek işimize geliyor. Hayata çıkar ilişkileriyle bakarsak Türkiye’nin dışa kapanmaması, laik bir ülke olarak kalması bizim için önemli. Avrupa Birliği’nin politik tutumu stratejisi ne olursa olsun üstüne oturduğu değerler bizim için de değerli. Bugün Türkiye’de kadınların hakları demokrasinin tam merkezinde. Aynı zamanda bizim için de nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizle ilgili olarak ilkelerden, kurallardan, şartlardan söz edip böyle bir ittifakın içerisinde yer almayı da geliştirmek önem taşıyor diye düşünüyorum. Sivil ittifaklar meselesinde sadece kadın hareketinin talepleri üzerinden bir ittifak siyaseti değil, Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağı üzerinden ittifaklar siyaseti geliştirmek ve bu ittifaklar siyasetinin içinde kadın haklarının, kadınların insan olarak varlığının, eşit varlığının kabulüne özel olarak alan açmaya dayalı bir siyasetten, ittifaktan söz etmiştim. Elbette kadın hareketi, siyasi bir hareket. Yeni bir politik hareket olarak doğmadı. Doğduğundan beri rejime karşı politik bir hareket çünkü. Bir örnek vereyim: 2016’da “Biz evde reis istemedik, memlekette reis ister miyiz?” diye sorduğumda tabanda yer alan AKP’li olduğuna yüzde yüz emin olduğum kadınlar bile gidip “Hayır” oyu verdiler. Bunu da gözden kaçırmamak lazım. Son olarak şunu vurgulayıp bitireceğim. Farklı sınıfların örgütlenmesi, farklı sosyal kesimlerden kadınların örgütlenmesi özel ve zor bir alan. Uzun zamandır yerel örgütlenme konusunda Kent Konseyleri gibi karma yapıların içerisinde farklı örgütlenmeler üzerinden çalışmakta olduğum için bunu biliyorum ve gözlemliyorum. Buna da dikkat çekmek istedim. Çok teşekkür ederim.
Sevgi Uçan Çubukçu: Deniz Hocam çok teşekkür ediyorum size. Bütün katılımcılarımıza da teşekkür ederiz. Bugünkü ilgi de bu konuların bizim için ne kadar can alıcı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla tartışmaya ve kendimiz üzerine düşünmeye devam edeceğiz. Hem bize yönelik saldırılara ilişkin hem de biz en güçlü bir biçimde buna karşı ne tip stratejiler üretebiliriz, yol alırız bunları düşünmeye devam ediyoruz. Çok teşekkür ederiz.
Deniz Kandiyoti Söyleşisi - Kadın Hareketine Yeni Tehditler: Ne Yapmalı?
Sevgi Uçan Çubukçu’nun moderatörlüğünde Deniz Kandiyoti ile yapılan bu söyleşi, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) tarafından 17 Nisan 2021 tarihinde zoom ve youtube üzerinden gerçekleştirildi. Bu metin, Deniz Kandiyoti’nin yaptığı sunumun ve ardından yürütülen tartışmaların dökümünü içermektedir. Söyleşi Çiğdem G.D., Ebru Özdemir, Esra Aşan, Gülefer Mete, Hatice Demir, Neval Tan, Şule Sepin İçli tarafından metne dökülmüş, metin Esra Aşan tarafından düzenlenmiştir. Etkinliğin video kaydına youtube üzerinden de erişebilirsiniz. Keyifli okumalar dileriz…
Sevgi Uçan Çubukçu’nun Konuşması:
Tüm katılımcılarımıza merhaba,
Deniz Kandiyoti’yi tanıtarak başlamak isterim. Prof. Dr. Deniz Kandiyoti Londra Üniversitesi’nde Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda kalkınma çalışmaları yürüten emekli bir profesör. Kendisi, Çağdaş Orta Asya Kafkasya Merkezi’nin kurucu başkanlığını yaptı. Önemli bir akademik yayın olan Central Asian Survey’de editörlük yaptı. Kendisinin ulusal ve uluslararası alanda çok fazla yayını var. Kültür Fragmanları, Cariyeler Bacılar Yurttaşlar-Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler Deniz Kandiyoti’nin yazdığı, hepimizin de bildiği kitaplar. Toplumsal cinsiyet, küresel siyaset, patriyarka, kadın hareketi konularında pek çok makalenin yazarı. Ayrıca Deniz Kandiyoti UNDP, UNESCO, UNİFEM, British Council, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarda sayısız projeye danışmanlık yaptı, yönetici pozisyonlarda yer aldı. 2014 yılında Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülleri kapsamında özel bir ödüle de sahip. 2011’den bugüne Arap ayaklanmalarından itibaren gelişen süreçleri cinsiyet bağlamında incelediğini, bu konular üzerine çalıştığını biliyoruz. Open Democracy sitesinin editörleri arasında da yer alıyor.
Deniz Kandiyoti’ye sözü bırakmadan önce, EŞİK ile ilgili kısaca birkaç söz söylemek; hem Deniz Hoca’ya hem de ilk kez misafirimiz olan katılımcılarımıza EŞİK’i tanıtmak isterim. EŞİK Platformu, Türkiye’deki kadın hareketinin, feminist hareketin hem politik deneyimlerini hem de bilgi birikimini içerecek şekilde kendi doğal akışı içinde oluşmuş bir platform. 340’ın üzerinde kadın ve LGBTİ+ örgütünü, karma örgütleri ve bağımsız kadınları, feministleri içinde barındıran bir platform. 2020 Mart ayında Türkiye’de pandemi dönemi başladığında EŞİTİZ Kadın Grubu, Türkiye’deki bütün kadın gruplarına toplantı çağrısında bulundu. “Pandemide kadınlara ne oluyor?” sorusunu, kimi zaman belediyelerdeki görevlilere, kimi zaman kadın örgütlerine, kimi zaman uluslararası deneyimlere başvurarak ele aldı. İki ay boyunca (Mart-Nisan ve Mayıs aylarında) her hafta belli temalar etrafında bu konularda haftalık toplantılar düzenledi. Türkiye’nin her yerinden kadınlar olarak büyük bir heyecanla bu toplantılarda bir araya geldik. Birlikte konuşuyor, birlikte tartışıyor ve birlikte anlamaya çalışıyorduk. Bu dönemde TCK’nin 103. Maddesi, çocuklarla ilgili cinsel istismar suçu konusunda af tasarısı birden gündeme oturdu. Biz buna karşı hemen bir kampanya başlattık. Şimdilik bu değişikliği durdurduğumuz başarılı bir kampanya oldu. Şimdilik diyorum çünkü siyasi iradenin ne zaman, ne yapacağını, gördüğünüz gibi kendileri dışında kimse bilemiyor. Bugünden yarına ya da bu saatten öbür saate her şey olabilir. TCK 103 gündemi üzerine etkili bir kampanya yürüttük ve şimdilik bunu durdurduk derken, daha biz başımızı kaldırıp kendimize bakamamışken İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları önümüze geldi. İstanbul Sözleşmesi ile ilgili “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” kampanyamıza başladık. O zamandan beri hem toplumsal alanda kamuoyunu bilgilendirmeye dönük çalışmalar yapıyoruz hem de siyasal alanda doğrudan siyasi kurumlara ve aktörlere dönük baskı grubu oluşturuyor, lobi çalışmaları yürütüyor, bilgi dosyaları hazırlıyoruz. Sokak eylemleri de buna eşlik ediyor. EŞİK bu konuda çok önemli bir süreç yürüttü. Kendimize göre çok da yol aldık çünkü yapılan araştırmalara göre toplumun artık yüzde doksanı İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin fikir ve bilgi sahibi ve büyük bir kesimin sözleşmeden yana olduğu görülüyor. Tabi bu neyi değiştiriyor? Bugün toplumun yüzde yüzünün böyle düşünse dahi bir şeyi değiştiremediği otoriter zamanlardan geçiyoruz. Bu, çok açık. Diğer yandan bu durum kendi yaptığımızın önemli olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Yaptığımız çalışmalar bize bir arada olmanın önemini gösterdi, bir arada olma gücünü, dayanışmayı bize yaşattı ve yaşatıyor da. Halen de bu heyecanla, bu zemindeyiz. Deniz Hocam, bugün burada olduğunuz için size çok teşekkür ediyoruz. Siz de yaptığınız çalışmalarla kendimiz üzerine düşünme fırsatı veriyorsunuz. Kadın hareketinin önündeki engeller ve bunun karşısında ne yapmalı sorusu bizim de hep gündemimizde. Kendimize bakarak, yöntemlerimize, örgütlenmemize, politikalarımıza, stratejilerimize ilişkin düşünmeye çalıştığımız meseleler bunlar… Dolayısıyla bugünkü tartışma bize çok önemli bir fırsat sunuyor. Geldiğiniz için tekrar çok teşekkür ediyor ve sözü size vermek istiyorum.
Deniz Kandiyoti’nin Konuşması
Çok teşekkürler Sevgi. Söze başlamadan aranızda bulunmaktan ne kadar mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Ben de sizi hep uzaktan izliyorum ve yaptığınız çalışmalara sonsuz saygı duyuyorum; bunu bilmenizi isterim. Bu konuşmayı hazırlarken Sevgi’nin bana çok fazla konuda yardımı oldu. Sevgi,toplantı yapalımdediği zaman ister istemez kendime sorduğum soru şu oldu: Bu süreçleri gün be gün izleyen, tabanda çalışan bir topluluğa faydalı olabilecek ne diyebilirim? Bu kolay bir şey değil. Bunun üzerine “Ne yapmalı?” sorusunu ortaya attım. Bu sorunun cevabını bilmediğimi de peşinen söyleyeyim. Bugünkü konuşmamın amacı, kendi perspektifimden durumu nasıl gördüğümü ortaya koyarak, bir tartışma zemini yaratmak ve hep birlikte nasıl bir gündem oluşturabileceğimiz üzerine konuşabilmek… Bunu yapabilmek için de konuşmamı mümkün olduğu kadar kısa tutup tartışmaya yer açmaya çalışacağım.
Uzaktan da olsa, İstanbul Anlaşması’nın fesih sürecinde grubunuzda iki ana savunma stratejisi gördüm: Birincisi daha içe dönük bir strateji diyebileceğim, kadına karşı şiddetin ve genellikle toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin boyutlarına işaret ederek mevcut yasaların ve kazanılmış hakların korunması üzerine kurulu bir söylemdi. İkincisi buna bağlı olarak dışa dönük bir stratejiydi. Bu strateji, devletin uluslararası hukuk çerçevesinde imzaladığı protokol ve anlaşmaların, bunların yarattığı yükümlülüklerin yerine getirilmesi üzerine kuruluydu. Bu iki tip argümanı -gördüğüm ve okuduğum kadarıyla- özellikle aramızda hukukçu olanlar büyük bir ustalıkla kullandı. Bu çabalar karşısında yoğun bir çarpıtma ve karalama kampanyası başladı; sanki bu anlaşmayı kabul eden ve meclisten 6284 sayılı yasayı geçiren başkasıymış gibi, emperyalizmden ve gayri millilikten dem vuran bir propaganda furyası oldu, gördüğümüz üzere. Oysa hepimizin bildiği gibi, bu anlaşmanın hem kabulü –ki bu çok önemli- hem de reddi konjonktürel ve tamamen oportünistçe birtakım hesaplara dayalıydı.
Bu noktada feminist hak arayışlarına karşı küresel boyutta yapılan iki tip saldırıdan söz etmek istiyorum. Bunları kabaca sağdan ve soldan gelen saldırılar olarak düşünmek mümkün. Küresel plandaki bu saldırıların Türkiye’de karşılıkları olduğu muhakkak. Anlatacaklarımın Türkiye’de hem söylemsel olarak hem de kurumlar bazında birebir karşılıkları var. Birinci tip saldırıların zannediyorum hepiniz farkındasınız. Bu noktada 90’lı yıllardan beri şekillenen toplumsal cinsiyet karşıtı lobiden söz ediyorum. Bu, belki daha evvel başladı; ama büyük ivmeyi 90’lı yıllarda kazandı. Bunların bir ayağı; Birleşmiş Milletler (BM) içinde ve Vatikan, Mısır, Rusya, Katar gibi güçlerin başını çektiği ve kendini “aile dostu grubu” olarak tanıtan 126 üye devlet ve 128 uluslararası kuruluştan oluşan bir koalisyon. Bu sayılar devamlı artıyor, o nedenle arada değişmiş olabilir. Bir diğer ayağı sağ popülist yönetimlerin hakim olduğu -Polonya, Macaristan, Brezilya, Hindistan gibi- çeşitli ülkelerin politikalarında görebiliriz. Zaman dar olduğu için örneklere girmiyorum… Bir diğer ayağı olarak da devletleri, kiliseleri ve şirketleri –hatta aile şirketleri tarafından cömertçe fonlanan sivil toplum kuruluşlarını (STK), düşünce kuruluşları ve medya kuruluşlarını sayabiliriz. Bu altyapıyı bir de tabandan gelen ve siyasi olarak körüklenen mizojini ve homofobiyle birleştirecek olursak ortaya feci bir manzara çıkıyor. Türkiye’de bunun örnekleri çok fazla, bunları bildiğiniz için üstünde durmak istemiyorum. Ama sivil toplum örgütlerinin kapladığı alanın daraldığını ve STK’ların yerinigongoların yani devlet güdümlü kuruluşların aldığını ve bunların da neler yaptıklarını biliyoruz. Bana kalırsa bu, işin kolay tarafı. Çünkü her biri çok ortada ve onları hepiniz izliyorsunuz. Tabii bu alan içinde de gitmeler gelmeler oluyor. Mesela KADEM örneğinde gördüğümüz gibi: KADEM İstanbul Anlaşması’nı savununca bizzat saldırılara uğradı. Kendisini savunmaya çalıştı fakat bunu yaparken kendisini feministlerden ayırmak için aile vurgusunu öne çıkardı ve eşcinselleri hedef aldı. Son olarak sözleşmeyi gayri milli ilan etti; “Biz kendi mevzuatımızla idare ederiz, başka yasalara ihtiyacımız yok, bizim kendi yasalarımız var.” gibi bir pozisyona geldi. KADEM bu konuda sürekli politik zigzaglar çizip duruyor. Bunları anlamak kolay. Daha zor bulduğum, feminizm karşıtlığına dolaylı bir şekilde yardımcı olan soldan gelen saldırılar. Bunlara soldan gelen saldırılar demeyeceğim, radikal eleştirmenlerin saldırıları diyeceğim.
Özellikle Batı’da, birçoğu kendini feminist addeden akademisyenlerin Güney ülkelerindeki kadınların direnişini kısıtlayan ve zorlaştıran tavırlar aldıklarını iddia ediyorum. Bunu tartışabiliriz; örneklerini birazdan vereceğim. Bu nasıl başladı, bu duruma nasıl geldik? Bu, tabii ki yeni bir tartışma değil. Bildiğiniz gibi feminizm-kolonyalizm tartışması eskiden beri var. Batı emperyalizminin etkileriyle, sömürgecilikten yeni çıkmış ülkelere kadın meselesinin Batı tarafından nasıl dayatıldığı… 1900’lerin başında Mısır valisi olan Lord Cromer’ın Mısırlı kadınların peçesiz gezmesini, özgürleşmesini savunurken İngiltere’de antisüfrajet hareketin yani kadınların oy vermesine karşı çıkan hareketin başını çektiğini biliyoruz. Bu ikiyüzlü tavırlar değişmedi, bir ölçüde devam ediyor.
Bence ne yazık ki Amerika’da 11 Eylül 2001 olaylarından sonra yeni bir eşik aşıldı. Bu olayları takip eden, Afganistan ve Irak’ın işgaline yol açan “teröre karşı savaş” döneminde kadın hakları maalesef bir şekilde jeopolitik maceracılığa bulaştırıldı. Bildiğimiz gibi Bush yönetimi kendisini Afganistan’da “ezilen Müslüman kadınların kurtarıcısı” olarak göstermek gibi bir misyon üstlendi. Bu olaydan sonra aralarında Judith Butler gibi birçok tanınmış feministin olduğu isimler uluslararası kadın hakları platformlarının emperyalizme hizmet ettiğini iddia etmişti ve bu konudaki akademik yayınlar çığ gibi büyüdü. Size bu konuda sayfalarca bibliyografya çıkarabilirim.
Ben de tam o sırada tesadüfen Afganistan’da bulunuyordum. 2002 senesinden 2004 senesine kadar Afganistan’da çalıştım ve orada bulunmam üç gerçeğe gözümü açtı. Bunlardan biri şu: Bir günden ötekine Afgan kadınlar ve daha geniş anlamda Müslüman kadınlar diye durup dururken yapay bir kategori yaratıldı. Oysa etrafımdaki Afgan kadınların siyasal yönelimleri, dünyaya bakışları birbirinden tamamen farklıydı, tamamen heterojendiler. Bugün Türkiyeli kadınlar diye tekil bir özneden bahsetmek ne kadar saçmaysa Afganistan için de aynı derecede saçmaydı. Bir kısmı mücahit taraftarıydı, bir kısmı kralcıydı, bir kısmı Afganistan’daki komünist partinin üyeleriydi. Ama Batı’daki akademide “biz ve onlar” yani “Afgan kadınlar ve emperyalist Batı” söylemi iyice yerleşti. Buna karşılık yapılan eğitimlerde devamlı toplumsal cinsiyet eğitimleri veriliyordu. Yeni bir kadın bakanlığı da kurulmuştu. Sizler buna yabancı değilsiniz, birçoğunuz Türkiye’de aynı işleri yaptınız. O eğitimlerde şunu gördüm; bunu nakletmeye çalışanlar yabancı eğitmenler. O sırada UNİFEM’deydim; -bu örgüt şimdi BM Kadın olarak biliniyor. Afganistan kültürüyle pek yakından ilişkisi olmayan birçok danışman orada çalışıyor ve o işleri yapıyordu. Orada kadınların, bu tanımları anlamakta çok zorlandıklarını gördüm. Niye zorlanıyordu? Çok basit bir sebepten dolayı: bu kadınlar parlamentoya seçilme hakkını yeni kazanmıştı; seçim bölgelerine mahrem biriyle ya abisiyle ya kocasıyla gitmek zorundaydı. Bu kadınlar parlamentoya seçilebiliyor ama bir şehirden ötekine gidemiyor durumdaydı. Şimdi bu kadınlara biz toplumsal cinsiyet kavramının esnekliğini anlatmaya çalışıyoruz. Bir türlü olmuyordu. Toplumsal cinsiyet kavramının uluslararası kurumlar aracılığıyla hap gibi, teknokratik bir şekilde şablon gibi aktarılması hiç iyi sonuç vermiyordu.
Buna karşılık, bu kadınların can simidi gibi sarıldığı; hükümetlerinin CEDAW’ı imzalamış olması ve 1325 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıydı. 1325 sayılı karar savaştan çıkan toplumlarda kadınların barış süreçlerine katılımı ve savaştaki şiddetten korunmaları üzerine çok önemli bir karardır. Bu Afgan kadınlar uluslararası hukuka sıkı sıkıya sarılmıştı. Ve tabii istedikleri neydi? İç güçleri çok düşüktü, parlamentoda kadın haklarını arttırmak konusunda büyük bir direnç vardı. Kendi hükümetlerine karşı tek pazarlık güçleri devletin dış fonlara çok muhtaç olduğu bir devirde bu pazarlığı yapmaktı ve geniş ölçüde de başarılı oldular. Tabii bu, her an bitebilir; Taliban gelip o Anayasa’yı yırtıp çöpe atabilir. Ama benim gördüğüm bu kadınların hepsinin uluslararası hukukun kendilerine tanıdığı hakları sonuna kadar kullanmak için bir çaba içinde olduklarıydı.
Bu noktada esas meseleye, benim Batı’yla olan problemime geliyorum. O sıralarda uluslararası hak rejimlerinin eleştirisi en canlı akademik konulardan biri haline geldi. Aramızda hukukçular muhakkak vardır. Eleştirel hukuk çalışmaları(Critical legal studies)bağlamındaki tartışmaları izlediniz mi? İzlemeyenler için ben bunları kısaca özetleyeceğim. Bu konudaki ilk çalışmalar Catherine Mackinnon gibi radikal feministlerden çıktı. Onların söylemi şöyleydi: Liberal, uluslararası hak rejimleri kendilerini evrensel olarak tanıtıyorlar; ön plana insanı alıyorlar hâlbuki temelde bunlar, erkeklerin ataerkil çıkarlarını gözeten sistemlerdir. Devletten uluslararası hukuka, hiçbirinötrve evrensel değildir. Bu tartışmanın pek çok sonucu oldu, fakat ben hemen en son zor duruma geleyim. Başlarında Janet Halley’in olduğu başka bir hukukçu grubu, tam tersi bir tezi savunarak, yönetim feminizmi (governance feminism) gibi bir kavram ortaya attı. Feminist kavramlara dayalı cezacı bir hukukun birçok uluslararası kuruluşa yayılıp anaakımlaştığını ve bunun Güney ülkelerinde ve birçok yerde zararlı sonuçlarının olduğunu iddia ettiler. Hatta buna bağlı olarak cezacı feminizm diye bir kavram ortaya atıldı. Bunun farkında mısınız? Cezacı feminizm,carceral feminismkavramının kötü bir tercümesi. Aslında “carceral” hapishaneci demek, fakat ben ona cezacı diyorum. Şimdi burada önemli olan nokta şu: Janet Halley, bu kavramları ortaya atarken meselesi köktendinci akımlara nefer yazılmak değildi; onun derdi Batı’da beğenmediği feministleri eleştirmekti. Bu feministler kimdi? Bu feministler kadına karşı şiddetin kuvvetli cezalara çarptırılmasını talep eden kadınlardı. Tabii bu arada Janet Halley ve kendilerineliberterdiyen bir grup hangi meselelerde tavır alıyorlardı? Mesela, pornografi yasaklanmalı mı? “Hayır, yasaklanmamalı.” diyorlardı. Fahişelik kriminalize edilmeli mi? “Hayır, fahişelik kriminalize edilmemelidir, fahişelik bir meslektir.” diyorlardı. Feminizmi ahlakçı, dar kafalı, adetaviktoryanbir yönelim gibi gösteriyorlardı. Dolayısıyla bu, Batı’daki feminizmin kendi içinde ve inanmayacaksınız lezbiyen akımların kendi içinde bir didişmesi sonucunda ortaya çıktı. Janet Halley’nin “Taking a break from feminism” -Feminizmden Mola Almak olarak çevirelim- adlı kitabının tanıtımında ben de konuşmacı olarak bulunuyordum. Konu o kadar ayrıntılı mahalle kavgalarına dönmüş durumdaydı ki Batı dışındaki bir topluluğun meselenin ne olduğunu anlamasına imkân yoktu. Mesela “lezbiyenler arasında sado-mazoşizm kabul edilmeli mi, edilmemeli mi?” gibi küresel açıdan oldukça düşük önemde sayılabilecek meseleleri büyüten tartışmalar. Bu tabii çok önemli; çünkü bizi başka bir yere getiriyor. Bunun Ortadoğu’da ve Batı dışındaki dünyada, tepkileri var. Size tepki olarak bir örnek vereyim: Paul Amar Mısır’da kadına karşı şiddet platformlarının doğrudan doğruya güvenlikçi devletle, şehirli orta sınıf kadın STK’ları arasında bir ittifak olduğunu ve çok karikatürize olarak işçi sınıfı erkekliklerini marjinalize ve kriminalize ettiğini ortaya atıyordu. Mısır’daki kadın STK’ları, sanki oradaki kırk yıllık kadın hareketinin bir parçası değil de dış kaynaklı fonlarla beslenen ve güvenlikçi devlete hizmet eden birtakım aygıtlar olarak gösteriyordu. Afgan kadınlar örneğindeki gibi bunun ne kadar hız kesici, ne kadar zararlı olduğunu ne kadar anlatsam azdır.
Şimdi gelelim kadına karşı şiddet konusunda ortaya atılan yeni yaklaşımlara. Bunların bir kısmı antropologlar tarafından ortaya atılıyor. Buna göre kadına karşı şiddet, bir uluslararası gündem maddesi haline gelmiştir. Bu gündem maddesi her yere dayatılarak tepeden yayılıyor. Tabii Türkiye’de böyle bir şey yok, ama önemli değil. Bana kalırsa bu sorun şundan çıkıyor: Savaş sonrası birçok ülkede devlet yıkılmış durumda. Irak, Afganistan, Suriye’ye baktığımızda gördüğümüz gibi uluslararası fonlar birtakım kuruluşlar tarafından halka akıtılıyor. Ben en iyi Filistin örneğini biliyorum; çünkü eski doktora öğrencim, Islah Jad, oradaki bir STK’laşma sürecinden bahsetti. Çalışmasında, kadına karşı şiddetin nasıl birinci madde haline geldiğini, fon almak için herkesin bu konuya yöneldiğini, bu şekilde çatışmadan, İsrail işgalinden çıkan ve herkese şiddet uygulayan rejimin nasıl maskelendiğini ele alıyor. Şimdi problem şu: Bir ortamda çıkan kuram ve teorileri, başka ortamlara tercüme etmeye kalktığınızda istenmeyen sonuçlar doğuyor. Mesela İstanbul Anlaşması’na karşı kurulan söylemler nasıl bu uluslararası söylemlerden ödünç alınarak yapılıyor? Birdenbire gayri millilik, antiemperyalizm, özerklik, milli bağımsızlık gibi konular gündeme geldi. Ben bu konuları, sadece memleketlerin, ülkelerin içindeki sağ eğilimlerin değil uluslararası akademik tartışmaların ve çatışmaların da beslediğine inanıyorum. Demek ki iç ve dış çok fazla olumsuz koşul var. Belki 1995’e kadar kadın hak savunuculuğunun yükseldiği bir devir olduğunu söyleyebilirdik. Benim kuşağım 70’lerden başlayan bir süreci izledi, hepimiz Türkiye’de 90’lı yıllarda çalışmalar yaptık ve o zamanlar kadın hareketlerinin iyi kötü bir altyapısı vardı. Aramızda daha genç olanlar o devri yaşamamış olabilir, bir kısmınız da çok iyi hatırlar: bir yanda üniversiteler, kadın çalışmaları, bir yanda bürokraside bazı birimler, bir yandan STK’lar bir yandan araştırma şirketleri gibi birçok bileşkenin bir araya geldiği, birleştiği bir noktada birtakım hareketlilikler elde edilebiliyordu. Bugün geldiğimiz noktayı daha iyi anlatabilmek için ve ortaya atmak istediğim meseleleri gündeme getirmek için size 2004’ü hatırlatmak isterim. Eminim bazılarınız bu platformların, koalisyonların içindeydiniz. 2004’te ceza hukuku üzerine büyük çalışmalar yapıldı. Bu çalışmaların başarılı olması için kaç faktör gerekti? Bir; o dönem yerleşmiş ve bütün kurumları özerkliğinden mahrum etmiş bir yönetim yoktu. İki; Avrupa Topluluğu’na kabul sürecinin kritik bir aşamasındaydık, hâlâ insanlar Kopenhag Kriterleri’ni ciddiye alıyor ve uyum göstermeye çalışıyorlardı. Üçüncüsü; uluslararası kuruluşlarda -mesela Yakın Ertürk gibi- kadın hakları ve şiddet konusunda çalışan arkadaşlarımız vardı. Dolayısıyla hem ulusal ve uluslararası alanda hem devlet ve sivil toplum alanında hem de Avrupa’ya uyum bağlamında rüzgârlar aynı istikamette esiyordu. Büyük zorlukla yapılan bu değişiklikler, bu koşullarda gerçekleşti.
Şimdi “Ne yapalım?” sorusuna cevap verirken, bugün olan duruma bakalım. Konuşmamın başında da belirttim; savunmaların çoğu hukuka dayalı. Bu da hukuk devleti olduğumuz, hukuka birilerinin sahip çıkıp saygılı olacağı varsayımına dayanıyor. Oysa böyle bir şey yok. Avrupa Topluluğu, Türkiye’yi tamamen marjinalize ettiği için, göçmenler ve Doğu Ege konusunda istenilen tavırlar elde edilirse insan hakları konusunda en ufak bir kriteri dahi uygulamayacak. NATO konusunda çok önemli gelişmeler var, Türkiye’ye yeni görevler veriliyor. NATO’nun içinde yeni bir pazarlık var; Türkiye’ye “sen NATO’da işimizi gör, göçmenleri tut, biz karışmıyoruz.” deniyor. Bir olumsuzluk daha ekleyelim. Siz benden daha iyi biliyorsunuz, STK’lar açısından ortada özerk bir sivil toplum alanı kalmadı; medya da aynı şekilde… Bunları önümüze koyduğumuz zaman evvelden benimsenen stratejilerin artık geçerli olmadığı çok açık. Ben hukuk çalışmaları olmasın, her türlü baskı uygulanmasın, Avrupa Topluluğu’na savunmalar yapılmasın, usulsüzlükler yazılmasın demiyorum. Ama bunların yanında yeni, daha evvel denenmemiş stratejiler geliştirmek şart diye düşünüyorum. Bunlar nasıl yapılabilir, kimlerle yapılabilir? Öncelikle, kadın ve cinsel yönelim konusunu, toplumsal cinsiyet meselelerini kültürel yöne çekmeye çalışanlardan bir an evvel kurtulmak gerek. Çünkü artık anlaşıldı ki, toplumsal cinsiyet bir kültür değil bir politika meselesidir. En tutucu tavırları Batı’da gördüğümüzü unutmayalım. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kadının kendi bedeni üzerinde tasarrufuna karşı hareketlerin şiddeti hiç bir yerde yok: doktorları öldürüyorlar, inanılmaz bir kadın düşmanlığı, inanılmaz bir antifeminizm var. Diğer yanda bunu dengeleyen unsurlar da, liberaller de var; dolayısıyla Amerika’da adıyla sanıyla bir kültür savaşı yaşanıyor. Ve bu bir kültür savaşı değil, politik bir savaş. Kimin, nasıl bir toplumu, nasıl bir rejimle yöneteceği problemi. Doğrudan doğruya çoğulcu bir demokrasiye mi yöneliyoruz yoksa otoriter bir rejime mi yöneliyoruz? Otoriter rejimin ayrılmaz bir parçası, bir paketi, kadınları haklarından mahrum etmek, varolan hakları geri almak, cinsel özgürlük meselelerinin defterini kapatmak…
Bu meseleyi ne zaman konuşma yapsam hatırlatıyorum. Genç neslin arasında bunun politik bir mesele olduğu iyice yerleşmiş durumda. Birçok genç artık başka kategorilerle düşünüyor. Tahrir Meydanı’ndaki gençler de öyleydi, Gezi’deki gençler de böyleydi, bugün Boğaziçi direnişini yapan gençler de böyle. Hal böyle olunca, stratejik olarak birlikte olacak gruplar kimlerle çalışabilir, nasıl çalışabilir? EŞİK etkisini nasıl artırabilir? Bunun için de size bazı sorularım var. Bitirmeden kendi merak ettiklerimi size sormak istiyorum. Büyük organizasyonlarla, paralarla tabandaki kadınlara ulaşma stratejilerini biliyorsunuz. Diyanet’in bu iş için büyük bir bütçesi var. Eskiden belediyelerde özellikle çocuklu kadınlara yönelik birtakım hizmetler vardı. Siz çeşitli yörelerden, kentlerden kadınlarsınız, görüyorum. Kadınlara olduğunuz yerlerde kim, nasıl ulaşıyor, ne hizmetler veriyor ve kadınlar arasında bu nasıl kabul görüyor? Aylar öncePodemadlı bir grupla bir görüş alışverişi yapmıştım. Bir anket yapmaya çalışıyorlardı. Sormanız gereken birinci soru şu, demiştim: Başına bir iş geldiğinde kime gidiyorsun? Muhtara mı? İmama mı? Kime danışıyorsun?
Kadınlara yönelik kocaman bir sektör var; devletten özel sektöre, bu tabanı etkilemeye çalışıyorlar. Bence, tabandakilere ulaşım ve hizmetler yeterince çalışılmadı. EŞİK’te herkes bunun bir küçük fotoğrafını çıkarsa bence çok yararlı olurdu. Çünkü ortada çok boşluk var. “Birtakım imkânlarla, paralarla, belediye hizmetleriyle… insanlara ulaşılıyor, biz ne yapabiliriz?” diyeceksiniz belki. Bence öyle değil. 90’lı yıllarda Refah Partisi daha iktidarda bile değilken en başarılı mobilizasyon şekilleri mahalle aralarında gönüllü kadınlarla yapılmıştı. Bana kalırsa yeni bir gönüllüler ordusu gerekiyor. Çünkü tabandaki kadınlar hiçbir şekilde memnun, mesut değil. Ve hepsi büyük bir farkındalık içinde. Bu farkındalığı insan nasıl anlayabilir, nasıl görebilir? Bu birinci sorum. Gençler arasında yeterince çalışma yapılıyor mu? Burada size çelişkili gelebilecek bazı tekliflerim olacak. Ben artık kadın odaklı çalışmaların sonuç vereceğinden emin değilim. Biliyorum, feminist grupların içinde erkekleri dahil etmek konusunda hep direnç oldu; haklı olarak bu direnç oldu. Fakat eğer bu meseleler kültürel değil politik bir meseleyse yönetim biçimi olarak çoğulcu demokrasiyi benimsemiş olan bütün gruplar karma ve erkek grupları dahil olmak üzere birlikte çalışılabilecek gruplardır. Nitekim ben şunu görüyorum; medyada erkek gazetecilerin büyük hizmetleri oluyor. Bazılarını izliyorum ve İstanbul Anlaşması konusunda yazıp çizdiklerini çok yararlı buluyorum. Dolayısıyla en geniş bazda koalisyonlar nasıl kurulur? Ben soruyu öyle soruyorum. Erkek, kadın, genç, yaşlı…
STK’ların altın yılları diyebileceğimiz yıllarda, 80’lerden sonra hatta 90’lardan sonra feminizm kimlik politikaları üzerine başlamıştı. Müslüman, laik, Kürt kadın grupları ve kadın hak savunucuları arasında belirli açılımlar ve diyaloglar oluşmuştu. Bana kalırsa feminizmin içinde kimlik politikalarını yadsımayan ama onu aşan yeni bir politik yapılanmaya ihtiyaç var, özellikle Türkiye’deki feministler arasında. Bu nasıl yapılabilir? Benim bazı fikirlerim var; sözü size verip “Siz ne düşünüyorsunuz?” sorusuyla bitirmek istiyorum. Çok teşekkürler.
(Tartışma bölümünde sorular, yorumlar kısaltılarak aktarılmıştır.)
Sevgi Uçan Çubukçu: Deniz Hocam biz çok teşekkür ederiz, bunlar bizim de çok düşündüğümüz meseleler. Yaşadığımız yüzyılda belki de en görünür ve en güçlü hareket kadın hareketinin eşitlik mücadelesi. Ancak elde ettiği başarılar ve kazanımlar son 20-30 yıldır saldırıya uğruyor. Bu noktada Nermin Abadan Unat’a bir atıf yapacağım. Kültürel alana sıkışmışlığa ve kadın hareketinin kendi içine gömülmüşlüğüne karşı “artık kendi has bahçesinden çıkmalı” diyen bir cümle kurmuştu. Kültürel alana -ataerkil iktidarların, muhafazakâr, popülist iktidarların bizi sıkıştırmak istedikleri kültürel alana- sıkışma tuzağına düşmeyip bu politik mücadeleyi, politik alanda cinsiyetlerin ve bütün ezilmiş grupların en geniş ittifakı ve koalisyonuyla verebileceğimiz bir mücadele anında olduğumuzu söylüyorsunuz değil mi? Geçtiğimiz yüzyıl kadın olmak üzerinden ya da cinsiyetler üzerinden mücadele verebiliyorken artık bu noktada çok geniş bir demokratik mücadeleyi çoklu öznelerin üzerinden verebileceğimizi vurguladınız.
Çok teşekkür ediyoruz. Şimdi söz almak isteyenlerle devam edelim. Fatmagül Berktay Hocam size söz vermek istiyorum
Fatmagül Berktay: Öncelikle Filistin örneğini biraz açar mısın diye soracağım. Konuştuğumuz tüm bu konularda EŞİK, pratikte önemli bir şey yapıyor; Deniz’in teoride anlattığı anlayışı pratikte uygulamaya çalışıyor. Deniz, erkeklerin katılımına olan dirençler konusundaki görüşlerini de soracağım. LGBTİ bireylerin kimlik politikasında çok hassas davranışları var. Haklılar; bu geniş koalisyonlar meselesi açısından bunu nasıl değerlendirebiliriz diye sormak istiyorum.
Evrim Kepenek: Hocam merhabalar. Sizi dinlemek yıllar sonra çok iyi geldi, çok teşekkürler. Benim iki sorum vardı. Haberi yazacağım, eksik yazmak istemiyorum, net olarak aktarmak istiyorum. “İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için politik mücadele gerekiyor; bu, şart.” dediniz. Bu anlatım doğru mu olur acaba? İkinci sorum ise şu: Sözleşmeyi savunmak için en geniş cepheyi nasıl oluşturmalı kadınlar?
Hatice Demir: Merhaba. Çok kısa iki şey söylemek istiyorum Deniz Hocama. Birincisi, bugün dünyada bütün sistemlerin kuruluşu ve işleyişi güç kültürüne dayanmakta. Çünkü güç kültürü eril bir kültürdür. Buna bütün siyasi sistemleri, ekonomik sistemleri katabilirsiniz. Oysa kadınların en çok gücünü yitirdiği alan ekonomik alan. Bu güç kültürü içinde kendilerini ifade alanı bulamıyorlar. Bunun yerine görev kültürü üzerinden yürüyen bir sistem daha dişil bir sistem. Dolayısıyla kadınların birçok probleminin böyle bir sistem içinde çözüleceğini düşünüyorum. Ne dersiniz? İkincisi de kadınların bu savunuculuğu, hareketleri, kazanımları politik düzleme taşınması kadınları bu bağlamda ayırmak, kutuplaştırmak gibi bir tehlikeyi barındırıyor. Bunu nasıl bertaraf edebiliriz? Teşekkür ederim.
Hülya Gülbahar: Çok teşekkür bu güzel, kapsamlı sunum için. Yerelde kadınlara ulaşmak meselesini epey zamandır EŞİK’te tartışıyoruz. Henüz tam olarak olgunlaştıramadık ama üzerinde çalışıyoruz. Belki bölge toplantıları ya da yerel toplantılarla ilk adımlarını attığımız komşuluk, komşudan komşuya iletişim konusu var. Bu, kadınların elini yerelde de çok güçlendirecek bir şey. Çeşitli partilerin tabanlarındaki kadınlara ve meslek örgülerinin, sendikaların tabanlarındaki kadınlara ulaşarak, birlikte el ele vererek çözmeye çalışacağımız bir süreci tartışıyoruz. Olgunlaştığında muhtemelen fark yaratıcı bir adım atılmış olacak Türkiye kadın hareketi açısından.
Cezalandırıcı feminizm, Türkiye kadın hareketinde de çok tartıştığımız ama bir türlü ortak görüş haline getiremediğimiz bir konu. EŞİK olarak buna da özen göstermeye çalıştık. Gerek toplumsal eşitliği sağlamak için eğitimden iş yaşamına kadarbeş acil talepkonusunda gerekse İstanbul Sözleşmesi’nin uygulaması için atılması gerekenon iki adımkonusunda meseleyi cezalandırıcı olmaktan, politikalardan çıkartıp önleyici ve koruyucu mekanizmalara çevirebilmek konusunda EŞİK olarak bir gayret içerisindeyiz. Henüz etkili sonuçlar alamasak da, en azından önleyici politikalar yani şiddeti başladığı anda durdurma politikaları meselesine Türkiye kadın hareketi daha fazla kafa yormaya başladı bu süreçte. “Ne yapmalı?” konusunda Türkiye kadın hareketinde biraz zayıf gördüğüm iki noktaya değinmek istiyorum ve bu konudaki fikirlerinizi de ayrıca merak ediyorum.
Laiklik meselesini Türkiye’de kadın hareketinde yeterince tartışıp ortak görüş oluşturma konusunda adım atamadık. Bu benim kadın hareketine dair gözlemim ve bir miktar da eleştirim. Ama haksızlık da etmek istemiyorum. Laikliğin özel alana uzandığı alanlarda, -mesela evlilik yaşı, mesela erkek çokeşliliği gibi konularda- çok önemli şeyler yaptık. Türkiye toplumunu kendi tezlerimize ikna ettik, tabii ki süreç, bilim de buna yardımcı oldu; Türkiye kadın hareketi bu konuda ortaklaştı. Bu konuda ortaklaştığımız için laikliğin özel alana tekabül eden tartışma konularında güçlü olduğumuzu düşünüyorum. Fakat laikliğin kamusal alana uzandığı konularda aşırı parçalı ve sorundan kaçan bir yaklaşımımız var. Mesela, Cuma günleri, Cuma namazı için erkek memurlara izin verilmesi tartışmasını biz kendi içimizde yapamadık bile. Çünkü toplumun geniş bir kesimi erkeklerin Cuma namazına gitmesini, kadınların Cuma namazına gitmemesini savunuyor. Böylece devlet memuru kadınlar, Cuma günleri erkekler yerine çalışmak zorunda bırakıldı. Biz bunu konuşamadık bile. Böyle bir sorunumuz var. Özellikle hilafet gelsin, Anayasa’dan laiklik çıksın, yeni Anayasa yapalım ama içinde bunlar olsun… gibi konuların gündeme geldiği koşullarda Türkiye kadın hareketi olarak bu konuyu biraz daha cesaretle tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.
İkincisi, özellikle zayıf olduğumuzu düşündüğüm nokta -Kovid süreci de bunun çok altını çizdi-emekçi kadınların, çalışan kadınların Türkiye kadın hareketi ile ilişkileri ve feminist hareketin bu kadınlarla olan ittifakı ya da bu kadınlarla ortaklıklarını hep geri planda tutması. Kovid döneminde evde ve işte en çok çalışan kadınlar olduğu halde konfederasyonlar kadınları unuttu. Kovid döneminde birbiriyle dayanışan yine kadınlardı. Baroda kadınlar için bir şey yapılıyorsa barodaki kadınlar yaptı. Sendikalarda kadınlar için bir şey yapılıyorsa sendikalardaki kadınlar yaptı. Kovid sürecinde gerek dünyadaki Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler gibi kurumların gerekse ülkedeki muhalefet adına konuşan kurumların kadın sorunu konusunda çok geride durduklarını, hatta geri olduklarını ve de hiçbir şey yapmadıklarını gördük. Bunun üzerinin bir şalla bunu örtüldüğünü ve Kovid döneminde de bu örtünün kalkıp çıplak durumu gördüğümüzü düşünüyorum. Kovid ile beraber oluşan iş kaybı, gelir kaybı üzerinde çok az duruyoruz. Burada bir yaklaşım farkı var. Üniversite mezunları da şiddet uygulayabilir diyerek ekonomik bağımlılık, erkeklere bağımlılık, bağımlı aile modelleri, kadınların erkeklere bağımlı olduğu modelleri tartışmadığımız için yoksullukla şiddet bağlantısına yoğunlaşmadık. Herkes şiddet uyguluyor. Tamam ama, şiddetten kurtulabilme şansı belli toplumsal kesimler için geçerli; emekçi kadınlar için, ev kadınları için eğer bağımlı yaşıyorlarsa, toplumsal destek mekanizmaları olmazsa imkânsız gibi bir şey. Bunu Türkiye kadın hareketi olarak ihmal ettiğimizi düşünüyorum. Bu konunun daha güçlü üzerinde durmalıyız. Çünkü muhafazakârlığın artışında, kadınlar başka bir çıkış olmadığı için aileye sarılmak zorunda kaldığında muhafazakâr hareketleri de otoriterliği de besleyen bir süreç yaratılmış oluyor. Bunu, Türkiye kadın hareketinde önümüzdeki dönemde daha çok tartışacağımızı sanıyorum. Özellikle laiklik ve ekonomik bağımlılık meselesi konusunda sizin görüş ve önerilerinizi merak ediyorum. Mesela laiklik konusunda İngiltere deneyimi -fonların laik kadın örgütlerinden diğer alanlara akması deneyimi- de var. Çok teşekkür ediyorum varlığınız ve katkılarınız için.
Çiğdem Aydın: Deniz Hocam ve Sevgi çok teşekkürler öncelikle. Daha önce dinlediğim bir konuşmanızda da demokratik kitle örgütleriyle birlikte yapılacak koalisyonların, onlardan müttefik kazanmanın ne kadar önemli olduğunu, toplumsal düzen değişikliği talep ediyorsak bunu yapmaya mecbur olduğumuzu anlatmıştınız. Toplumda büyük bir kutuplaşma var ve bu, özellikle istenen bir şey. Böyle yapılmak isteniyor ve bunun için çalışılıyor. Hükümet kendigongolarını kurduruyor, onları fonlarla besliyor, ev veriyor, her şeyi veriyor... Biz de kadın hareketi olarak kendi arzu ettiğimiz politika değişikliklerini yaptırmaya ya da korumaya, kazanımlarımızı korumaya çalışıyoruz. Bu kutuplaşmayı kendi haline bırakıp “herkes kendi bahçesinde oynasın zaten sarflar belli” mi demek lazım? Yoksagongolar ve farklı düzende yaşamak isteyen STK’lar arasında da ortaklık kurabileceğimiz, koalisyon yapabileceğimiz yapılar var ve bunlar için enerji sarf etmeli mi?
Kendi adıma, kadına yönelik şiddet konusunda Türkiye’de kadın derneklerinin verdiği büyük emeklerin farkındayım. Diğer yandan bu söylemde baştan aşağı bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum. “Şu kadar kadın öldürülüyor, şu kadar kız çocuğu evlendi” diyen bir felaket tellallığı içerisindeyiz. Öldürülen kadınların dilekçesini asıyor arkadaşlarımız. Çarpıcı şeyler, önemli emekler. Ne yapıldığını ve buradaki öfkeyi anlıyorum. Fakat hiç umut barındırmadığı için birlikte çalışmamız gereken kadınlara ulaşamadığımızı düşünüyorum. Benim mucizevi kelimem, umut. Mesela “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” böyle bir şey. “Sözleşme kadınların ölmesini engeller” iyi bir cümle değil, ama “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” çok iyi bir cümle. Çünkü tamamen olumlu bir şey barındırıyor. Kadın meselesinin çözümünde, her konuda umudu zerk etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Siz bunu, çok mu iyimser bulursunuz? Yoksa başka bir şeye mi ihtiyaç var? Sorum bu. Teşekkür ediyorum.
Yıldız Ecevit: Merhaba, herkese iyi akşamlar. Çok teşekkür ederim, Deniz Hocamızın konuşmasına. Ben senin, Alev’in ve birçok başka arkadaşımın çalışmaya başladığı toplumsal cinsiyet düşmanlığı konusunda 2018’de çalışmaya başladım. Macaristan’da, Orta Avrupa Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet dersleri kaldırıldığında ne olduğunu kendi kendime sordum. Bu dalga bize gelir mi, endişesini taşıdım; nitekim geldi. Görebildiğim kadarıyla toplumsal cinsiyet düşmanlığı bir taraftan son hızıyla yükselirken, bir başka yerden başka bir şey yükseliyor. Dünya kadın hareketinin gücünün artması, küresel kadın gücünün artması ve özellikle Latin Amerika’da verilen mücadele bana umut veriyor. Umutlanıyorum, çünkü bu kadın hareketi, 90’ların kadın hareketi değil artık, küresel bir kadın hareketi. Hangi ülkeyi okuduysam görüyorum ki, kadın hareketi müttefiklerini aramış, bulmuş veya bulmak üzere. Bizim de ittifaka ve feminist hareketin kapsayıcılığına ihtiyacımız var. Bu çok önemli. Feminist politika yapımında geniş bir gündeme ihtiyacımız var. Çünkü görebildiğim kadarıyla feminist gündemimiz son yıllarda daraldı. Bu gündemi genişletmek ve aynı zamanda feminist politikanın kapsayıcılığını arttırmak gerek diye düşünüyorum; birincisi bu. EŞİK’te bu ittifakların nasıl yapılacağı üzerine konuşuruz.
İkinci önem verdiğim nokta, genç kuşaklar, kuşaklar arası ilişkilerin artması. Kısa bir süre önce öğrencilerimle kuşaklar arası feminizm adlı, gönüllü katılımlı bir araştırma başlattım. Bu çalışmayı kuşaklar arası feminizmin nasıl taşındığını ve bu ilişkilerin nasıl güçlenmesi gerektiğini merak ettiğim için başlattım. Kuşaklar arası aktarımın çok önemli olduğunu ve genç kuşakların da bizim aramıza katılmasının çok iyi olacağını düşünüyorum. Bundan bizim orta yaşlı kadınlar ya da 80’leri, 90’ları, 2000’leri Türkiye’de yaşamış kadınlar grubu olduğumuz ve genç kuşaklar da bize katılsın dediğim anlaşılmasın. Biz birbirimizi bulacağız, birbirimizden öğreneceğiz, bizim de onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Ancak bizim de deneyimlerimiz var. Onların sınıf, renk, ırk, etnisite, cinsel kimlikle ilgili açılımları sağlamış olmaları, geniş görüşleri, bakışları çok güzel. Dolayısıyla kuşaklar arası ortaklıkların sağlanmasını müthiş önemli buluyorum. Kuşaklar arası farklılıklarımıza değil, ortaklıklarımıza bakmalıyız, ortaklıklarımızı aramalıyız.
Üçüncü söylemek istediğim bilgi-siyaset ilişkisi üzerine; bir başka deyişle akademi ve aktivizm ilişkisi üzerine. Bu ilişkinin gücüne, varlığına ve faydasına her zaman çok inanmışımdır. Akademi ve aktivizm ilişkisini hiçbir zaman ihmal etmemek lazım, çünkü Türkiye’de feminist hareketin gücü akademik feminizmden de beslendi. Bu bağı koparmamamız gerektiğini düşünüyorum. Yerelin gücüne inanıyorum. Feminizmin yayıldığını biliyorum. Feminizm, küresel ve metropol şehirlerde kalmamalı daha da yayılmalı, daha da güçlenmeli. Yerelin büyük bir potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Kimliklere de önem verdiğimizi her zaman hatırlamalıyız. Feminist politikanın kapsayıcılığını, cinsel kimlikler de dahil bütün kimlikleri, feminist politikanın önemsediğini unutmamalıyız. Bu kadarla bitireyim şimdi. Teşekkür ederim.
Deniz Kandiyoti: Buraya kadarki sorularınıza yanıt vereyim. Fatmagül’den başlayacağım. Kimlik politikalarına çok sıcak bakmıyorum, açık söyleyeyim. Kimlik politikası derken buna feminizmi de dahil ediyorum. Az önce Filistin’de şiddet örneğinden bahsettim, bu çalışmaları yapanlar sevdiğim ve saygı duyduğum arkadaşlarım. Şunu iddia ediyorlar: Kadına karşı şiddet tabii ki var, fakat uluslararası kuruluşların fonlarıyla çalışan STK’lar, eski politik hareketlerin yani tabandaki politik hareketlerin yerini aldı ve onları depolitize etti. Eskiden çeşitli politik grupların mahalle bazında, örgütleri vardı. Şimdi bu baz örgütler gitti ve onların yerine birtakım STK’lar geldi. Bu STK’lar da tabandan çok kopuk hareketler içindeler ve kadına karşı şiddet politikaları için paralar alıyorlar. Lila Abu-Lughod’un edisyonunu yaptığıThe Cunning of Gender Violence(Toplumsal Cinsiyet Şiddetinin Kurnazlığı) adlı yeni bir kitap çıkacak. Bu kitapta Rema Hammami’nin Filistin’de kadına karşı şiddet çalışmaları konusunda okuduğum ve çok doğru bulduğum bir yazısı var. Bu tür dilemmaları Yakın Ertürk çok daha iyi bilir, bir ara söz alacaktır diye düşünüyorum.
Hatice Hanım, “güç kültürü” dediniz. Ben eril kültür-dişil sistem ikilemine inanmıyorum. Güç kültürünün içinde konumlanan çok fazla kadın var. Hepiniz Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitabını okumuşsunuzdur. Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki gibi her toplumun bol bol Serena Joy’ları vardır. Türkiye’de de bol bol Serena Joy var. Erkek mağduriyeti diye hüngür hüngür ağlayan kadın yazarlarımız var. Şimdi erkek mağduriyeti diye bir kavram çıktı. Bir sürü kadın öldürülüyor; koruma emri verilmesi gerekir, verilmiyor; kadınlar öldürülüyor. Birden birtakım kadınlar çıkıp diyor ki: “Bu koruma emirleri eziyettir, aileyi yıkar, erkekleri ezer.” Bunları söyleyenler kadın; bu kadınlar belirli bir politik hareketin içinde saflarını almış durumdalar. Bunu görelim. Evet, kadınlık müştereklik yaratır, ama çok da ayrılık var. Şu anda kadının müşterekliği üzerinden strateji kuramazsınız. Ben bunu iddia ediyorum. Benim Serena Joy gibi kadınlarla ittifak kurmam mümkün değil. Bunu yapacağıma, Murat Yetkin’le aynı safa geçerim, daha rahat ederim. Bilmem anlatabiliyor muyum? Çok basit aslında benim söylediğim. Dolayısıyla Hatice Hanım, orada sizden ayrılıyorum.
Hülya’nın söyledikleri çok ilginç. Cezacı feminizm olayı da çok komik. Devletin kendisi, erkek şiddetini kriminalize etmeye çalışıyor. Bir bakanın “Tecavüzcüleri hadım edelim.” sözlerini hatırlıyor musunuz? Bu cezacı bir tavır ama feminist bir tavır mı? Hayır. Bu adamlar için “Bunlar sapıktır, yoksa erkekler şiddet yapmaz” demeye getiriyor. Bu konuda uyanık olmak lazım. Hülya laiklik, yoksulluk ve işçi kadınlara değindi. Evlilik yaşı, çokeşlilik gibi konuları laikliğin bir başarısı olarak görmüyorum. Toplumların dönüşümleri vardır. Şartlar, koşullar öyle değişiyor ki… “Üç çocuk yap, evde otur” diyorsun, ama öyle bir imkân yok. Bugün okulların artık bedava olmadığı, çok paralı olduğu bir ortamda şehirli normal bir ailenin üç çocuğu yetiştirecek ve ayrıca kadını da evde ücretsiz tutacak bir durumu yok. Dolayısıyla bunu geri çevirmek için birtakım altyapılar olması lazım. Mesela kadınlara maaş bağlayacaksın. Bunu da denediler, “kadınlar çalışmasın, ninelere maaş bağlayalım, büyükanneler çocuklara baksın.” dediler; her şeyi denediler ama olmadı. Olmuyor, cin şişeden çıktı, geriye tıkılamıyor. Durumu böyle görüyorum. Bugün kanun olarak, yasak olarak ne yaparsanız yapın, cin şişeden çıktı. Buna “feminizm” demiyorum, “başka bir farkındalık” diyorum. Ve bu farkındalık, hayat koşullarının zorladığı bir farkındalık. Artık bu, gerçekçi olmayan, sosyolojik realitelerle uyuşmayan bir söylem. Özel alandaki güçlülük meselesine katılıyorum ve açıkçası bunun pek geri dönüşü olduğunu da düşünmüyorum. Tam tersine mütedeyyin grupların arasında rıza ile evlenme, daha az çocuk sahibi olma, ayrı ev açma, hatta çokeşlilik bile artık mevzu değil. Bu artık birtakım kadınların kariyer olarak seçtiği, çabuk sermaye sahibi olmak için seçtiği bir geçim yolu. Genç, üniversite mezunu, çokeşliliği kabul eden kadınların bunun ezildikleri için yaptıklarını zannetmiyorum. Orada başka motivasyonlar da işin içine giriyor; bu konuya girmek istemiyorum.
Yoksullukla şiddet arasındaki bağlantı çok önemli. Fakat artan erkek şiddetinin yoksullukla ilişkili olduğunu düşünmüyorum. Bildiğimiz geleneksel ataerkil sistemin artık çöktüğüne inanıyorum. Ve şu anda yaşadığımız dönemin artık ataerkillik değil, eril yeniden diriliş dönemi olduğunu düşünüyorum. Birçok hakkını kaybetmiş, artık ailelerine aş getiremeyen, kadınlarına bakamayan, annelerini kendi evlerine alamayan marjinalleşmiş erkeklerin başka yollarla ve toplumun yardımıyla kendi güçlerini devam ettirme çabası olarak görüyorum. Ben buna İngilizce masculinist restorationadını veriyorum; ataerkillik demiyorum. Ataerkilliğin dönüştüğünü, başka bir sistem haline geldiğini ve bu sistemin özellikle şiddete muhtaç olduğunu iddia ediyorum. Bunun altını çiziyorum; bu sistem eskisinden daha fazla özellikle şiddete muhtaç.
Çiğdem Hanım; en büyük umut kazanmaktır. Cumhuriyet Halk Partisi, İstanbul Belediyesi’ni alınca orada kadın ve sosyal politikalar üzerine çalışan genç kadınları bir toplantı sayesinde tanıdım. Bambaşka bir manzara ortaya çıkıyor. Önemli olan kazanmaktır; umut, kazanmaktır. Slogan olarak verebileceğiniz umutların altı boşsa, burada bir şey olmaz. Her yerde, muhtarlık, il, ilçelerde kazanmak lazım.Politics of presenceyani var olma politikası, her yerde var olmak bence çok önemli ve umut burada.
Yıldız’a tabi ki, katılıyorum. Akademi ile aktivizm arasındaki ilişkiye dair çekincelerim var. Akademi ve teoriler Batılı metropollerden geldiği ölçüde kritik düşünme kapasitemizi bence bir nevi dumura uğratıyor. Çünkü bazı teorileri anlamak, anlatmak o kadar vaktimizi alıyor ki, bizim problemlerimize ne kadar az cevap verdiklerini anlamak zorlaşıyor. Bence böyle bir sorun var. Judith Butler’ın ne dediğini anlayana kadar “Peki bu, Türkiye’deki en önemli meselelere ne cevap veriyor?” sorusunu kendimize soramaz hâle geliyoruz. Akademide kuramlar şarap gibidir. Bazıları seyahat ederken bozulur, bazı şaraplar gider, bazılarını da yerinde içeceksin. Ben kuramlara böyle bakıyorum ve Türkiye’de şarap niyetine bol bol sirke içiyorsunuz diye düşünüyorum. Bu çok zor bir şey, çünkü bütün hayatım boyunca feminist bir kuramcı ve bir akademisyen olarak yaşadım. Bu sözleri söylemek beni mutlu etmiyor. Dolayısıyla ne yapmak lazım? Belki de çok ampirik, çok yerel çalışarak teoriyi yerden inşa etmeye başlamak lazım. Böyle söylediğim için amprizmle, eski modalılıkla suçlanacağım belki, ama umurumda değil. Bir şeyi bir araya getirmek için çalışmaya tabandan başlamak lazım. Bütün hayatımda en büyük ilhamı kuramdan değil, plajda yanımda oturan kadından aldım diyebilirim. Burada keseyim, diğer sözlere geçebiliriz.
Yakın Ertürk: Konuşmanda o kadar geniş bir alanı kapsadın ki, hepsine yönelik bir şey söylemek mümkün değil; her biri de üzerine düşünülmesi gereken meseleler. Sorulara yanıt verirken eril restorasyon kavramına değindin. Bu kavramı bir süredir senden ödünç alarak kullanır oldum. Şiddeti açıklarken istikrarsızlaşma noktasından hareket ederek gerek erkeğin gücünün istikrarsızlaşmasının, gerek devletin istikrarsızlaşmasının şiddetin kaynağı olduğunu, şiddeti depreştirdiğini söylüyorum. Chomsky’nin güç kavramından hareket ederek şiddete dair teorik bakışımı buna dayandırıyorum. Şiddet konusu, uluslararası hukuk ve normlar açısından çok geç gündeme gelen bir konuydu ve girmesiyle çok önemli yerlere çomak soktu. Raportörlüğüm sırasında hazırladığım raporlarda şiddeti mağduriyetin ötesine taşıyabilmek istedim. Ama ne yazık ki şiddet konusunda mağduriyet noktasına yoğunlaşıyoruz ve o zaman da şiddet bizi tüketiyor. Filistin’i ziyaret ettiğim zaman İsrail büyükelçisi yazdığım rapora sinirlendi. Şiddet deyince onlar benim namus cinayetlerinden bahsedeceğimi sandılar. Bundan da bahsettim ama şiddet ile işgalin kesişme noktasını göstermeye, bunun ilişkisini kurmaya çalıştım. Biz şiddeti ne yazık ki bu şekilde ele alamıyoruz. Uluslararası hukuk çok parçalı bir şekilde bize sunulduğu için ve fonlarla bir yerlere çekildiğimiz için, bu bütünlüğü yakalamak çok zor oluyor. Uluslararası hukuk dediğimiz şey zaten bana göre belli konuların müzakeresi sırasındaki güç dengelerinin ortaya çıkarttığı etik değerler bütünü. Birçok şey içine girdiği gibi, birçok şey de girmemiş oluyor ve o mücadele devam ediyor. Pek çok iç çelişkiyi içinde taşıyor. Zaten insan hakları dediğimiz şey, sömürgeci dinamiklerin üzerine kuruldu; bir doğum kusuru ile meydana geldi ve bizim karşı hareketlerimiz de o kusuru dönüştürebilmek için çalışıyor. Bu nedenle romantize etmemeliyiz. Ben her mekanizmayı eleştirerek başlıyorum ve bazen arkadaşlarım bundan çok rahatsız oluyor. “Bunlar bizim kazanılmış haklarımız, neden eleştiriyorsun?” diyorlar. Şu anda susuyorum, eleştirmiyorum; çünkü saldırı çok büyük. Şiddetin nasıl depolitize edici bir araç haline getirilebildiğine eleştirel bir gözle bakarak bunu nasıl dönüştürebileceğimiz üzerine düşünüyorum.
Pandemi konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Bence pandemide bir bakım krizi söz konusu. Bu bakım krizi öyle bir hale geldi ki, şimdiye kadarki kamusal alan-özel alan, profesyonel işler-ev işi gibi ikilikleri, ayrımları adeta yıktı geçti. Yeni bir ikilik, yeni bir bölünmüşlüğe gitti. Bakım krizi, daha çok kapanma, tecritle birlikte, bazı insanların kapanabildikleri, bazı insanların kapanamadıkları bir ortam yarattı. Yeni ortaya çıkan bölünmüşlükler, bize mücadele alanımızı genişletmek, geniş bir strateji oluşturmak için o kadar yeni bir zemin veriyor ki… Çünkü Kovid sonrasında dünya normale dönmeyecek, bugün yaşadığımız bazı şeyler yeni sistemi, yeni dünya düzenini oluşturacak. Saskia Sassen kentleşme üzerine çok ışık tutucu şeyler söylüyor. Yüksek yoğunluklu kentlerin, seyreltilmiş çok amaçlı yerel alanlara dönüşeceğini ileri sürüyor. Burada kendine yeterli mahalleler daha çok revaçta olacak, yerellik çok daha önem kazanacak. Bakım krizinin bu çerçevede çözümlenebileceği yeni modellere gidebileceği tartışılıyor… Bugün pandeminin yol açtığı bu yeni çelişkilerin, bize ne gibi yeni mücadele alanları açtığı ve bizi ne gibi stratejik iş birliklerine götüreceği konusunda ipuçları taşıyor diye düşünüyorum.
Esra Aşan: Öncelikle konuşmanız için çok teşekkür ederim. Akademi içinde kadın araştırmalarının, toplumsal cinsiyet çalışmalarının şüphesiz ki bu bilgi üretimine çok fazla katkısı oldu. Son yıllarda bu bölümler Avrupa’da pek çok yerde hedef haline getirildi. Türkiye’de de bunun iz düşümlerini yaşıyoruz. Bölümlerin kapatılması, YÖK’ün tacize karşı tutum belgesini geri çekmesi gibi... Diğer yandan akademideki bu çalışmalar, postmodernist, postyapısalcı söylemlerin etkisi altına girdiğinde, toplumdan oldukça uzak, kopuk hatta çoğu zaman da çok kafa karıştırıcı bir biçimde sunuluyor. Ayrıca bu çalışmaların, bu araştırmaların bilimsel olarak ne vaat ettiği de çok anlaşılmaz bir hale geliyor diye düşünüyorum. Sizin de az önce bahsettiniz gibi ampirizm, eleştirel düşünce, rasyonel yaklaşma, hakikat gibi, bir meseleye olgusal bakmak gibi pek çok şey değersizleştiriliyor. Bir yandan da akademi kendi içinde kapalı bir alan oluşturuyor ve anlaşılması zor, tuhaf bir iç dilde, iktidarcı tartışmalar dönüyor. Batı’daki bu tartışmalar, Türkiye’ye çok aktarmacı bir şekilde, bire bircopy-pastebir şekilde de geliyor. Buranın gerçekliğiyle ve buranın koşullarıyla ne kadar uyuşuyor; bu kıyafet ne kadar üstümüze oturuyor? Siz bir akademisyen olarak bu durumu gençlere etkileri üzerinden ve üçüncü dünya ülkelerine etkileri üzerinden nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fatma Aytaç: Konuşmanızı daha önce de dinlemiştim, çok büyük zevkti. Teşekkür ederek başlayayım. EŞİK Platformu’nun dünyadaki kadın hareketiyle ortaklaşa neler yaptığıyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. 15-26 Mart arasında kadının statüsü komisyon toplantısı vardı. Toplantı yeni bitti ve uzlaşılmış sonuçlar raporu çıktı. Kadın hareketi olarak Türkiye’deki sesimiz iyice kısıldığı için, sesimizi duyurmak için, uluslararası kadın hareketi ile birlikte hareket etme, onlarla ortak mücadele etme yolunu seçtik. 15 Ekim’de bir toplantı yaptık. Doğu Avrupa’daki kadınlarla, Macaristan, Hırvatistan, Polonya ve Bulgaristan olmak üzere, İstanbul Sözleşmesi konusunda hükûmetlerin baskı uyguladığı ve çekilme kararı aldığı ya da çekilme yönünde eğilim gösterdiği ülkelerdeki kadınlarla bir toplantı yaptık. Kadın gruplarıyla ilişkilerimiz transnasyonal bir şeklinde devam ediyor. 23 Mart’ta da CSW ile bir toplantı yaptık. Doğu Avrupa’dan kadınlar katıldı ve EŞİK Platformu adına da Hülya Gülbahar konuşmacı oldu. Bu toplantıya 300’den fazla katılım oldu. Uluslararası alanda kadınlarla dayanışarak sesimizi yükseltmek, hem onlara ses vermek için böyle bir yol seçtik… Çünkü herkesin birbirine ihtiyacı var. Onlar da biz onların davalarını savunduğumuz, burada destek verdiğimiz zaman çok büyük mutluluk duyuyorlar ve bundan çok besleniyorlar. Müslüman kadınlardan, farklı ülkelerden kadınlardan, “Nasıl destek olabiliriz? Nasıl birlikte çalışabiliriz?” diye talepler geliyor.
Kadın hareketi olarak biz her alanda çok uğraşıyoruz, çok emek veriyoruz. Fakat sürekli geri adım atıyoruz, sürekli geride kalıyoruz. Mesela bu son rapora “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ibaresi konamadı. BM’nin 1325 numaralı güvenlik konseyi kararı, rapora alınmadı. ILO 190 Convention rapora alınmadı. O kadar çaba sarf ediyor, o kadar uğraşıyoruz ama sürekli alan kaybediyoruz. “Mücadele etmesek daha mı iyi olurdu?” diye insan zaman zaman bir yanılsamaya düşüyor. Çeşitli ülkelerde kadına yönelik çok kötü uygulamalar var. Biz bu gruba TCK 103 tecavüz suçlularının affedilmesi mücadelesi ile başladık ve çok büyük bir katılım sağladık…Rape marriage, tecavüz evliliklerinde yirmi ülkede failler ceza almıyor. Bu alanda çalışan, sürekli mücadele eden, zaman zaman umudunu yitiren, umut kazanmak için sizin gibi insanları dinleyen ve diğer arkadaşlarla bir araya gelip iman tazeleyen bir kadın olarak soruyorum: biz nasıl bu hareketi başaracağız, biz bu erkeklerle nasıl barışacağız? Nasıl birlikte mücadele edeceğiz? Teşekkür ederim.
Zehra Arat: Herkese merhaba, Deniz Hanım New York’tan merhaba. Sizi görmek, dinlemek çok güzel. Küresel boyutta söylediklerinize katılıyorum. İki özel konuya girmek istiyorum, iki ülkede ayağım olduğu için. Birisi Amerika’daki cezacı feminizm hakkında söylediğinizle ilgili. Bu konu, beyaz avukat kadınların ortaya attığı bir şey değil; siyah kadınların kendi deneyimlerinden kaynaklanan, bu yönde yaptıkları birtakım protestolara dayanan bir girişim. Siyah erkeklerin aşırı derecede parmaklık arkasına atılmasıyla ilgili. Siyah erkeğin istikrarsızlaşması şiddetin tek nedeni olmasa da bu önemli. Siyah kadınların da tek sorunu erkek şiddeti değil, daha başka sosyoekonomik ve ırkçı politikalara dikkat çekmek istiyorlar. Bu nokta -Hülya’nın da söz ettiği- şiddet ve sınıfsal bağlam açısından da önemli.
İkinci söylemek istediğim Türkiye hakkında. “Ne yapılabilir?” üzerine düşünürken sizin düşüncenizi de almak isterim. Türkiye’de kadın haklarını kenara atmaktan öte, kadın-erkek eşitliğini tanımayan bir iktidar karşısındayız. AKP kendi inancı gereği ülkeyi birçok bakımdan yüz sene önceye götürme yolunda. Kadın konusunda da böyle. Bunun yanına neoliberal ekonomi politikalarını da koymak istiyorum. AKP, kendi güttüğü politikaların sonucu olarak kaybettiği seçmen tabanını koruyamaz, geri getiremez durumda. Çok daralmış ve bu nedenle gerici, İslamcı, mizojinist tarikat gruplarına kendini bağlamış durumda. Bana öyle geliyor ki şu anda AKP’nin kadın konusunda başka politika geliştirme şansı yok. Kadın hareketi olarak, feminist hareket olarak bunu yeterince idrak etmemiş durumdayız gibi geliyor bana. Bugün bu hakkı, öbür gün öbür hakkı korumaya çalışarak, çırpınıp kendimizi de yoruyoruz. Geldiğimiz noktada şunu anlamalıyız ki, bu iktidar sürdüğü sürece kadın hareketi ileri gidemez, sadece bir şeyleri durdurmaya çalışır. Onu da pek fazla başaramaz. Bir senedir “bir sürü konuda başarılı olduk” dediğimiz noktada bile aslında bunu görüyoruz. Onun için yapılması gereken geniş tabanlı girişimlerle iktidarı değiştirmek için çalışmak. Kadın konularını bir yana atmaktan bahsetmiyorum. Bu konuları ancak iktidarı değiştirerek yapabiliriz. Bunun için de kendi gündemimizi öne sürmeli ve bu iktidarın bunları hiçbir zaman karşılayamayacağını da vurgulamamız gerekiyor diye düşünüyorum.
Berrin Sönmez: Deniz Hocam hoş geldiniz. Konuşmanızda erkeklerle koalisyon meselesine değindiniz. Bu konuya başka yerden bakabilir miyiz diye düşünüyorum. Erkeklerle koalisyon meselesine kökten karşı değilim. Kaldı ki, EŞİK Platformu’nda da karma örgütler destekçilerimiz arasında. Bu örgütlerde kadın adına bir şey yapılacağı zaman oradaki kadınların yaptığını biliyoruz. Kadınlar, EŞİK bileşeni olarak buradalar; yer aldıkları karma örgütler ise destekçilerimiz arasındalar. Erkekler ile koalisyon meselesinde çok çekincelerim var. Mesela, Kurtuluş Savaşı yıllarına gidelim. Halide Edip ile Nezihe Muhittin arasında yaklaşım farkı var. Halide Edip “vatanım tehlikedeyken ben kadın hakları diyemem “demiş, Nezihe Muhiddin ise kadın haklarında ısrar etmişti. Neticede Nezihe Muhittin daha önce, Halide Edip ise ondan biraz sonra tasfiye edildi. Kritik anlarda kadınlarla erkekler koalisyon yaptığında o kritik an geçtikten sonra kadınların kayıplarla çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bütün Avrupa'da ve Amerika'da da böyle oldu; kadınlar evlerine geri gönderildiler. Böyle bir koalisyon şu anda demokrasi ihtiyacı nedeniyle mutlaka gerekli. Ama eski tecrübelerden yola çıkarak kadınların kayıp vermesini önleyecek yöntemler geliştirebilir miyiz; bu konuda ne yapabiliriz? Mesela, eleştirel erkeklik çalışmalarını dayatmak iyi bir yöntem olabilir mi? Onu size sormak isterim. Teşekkür ediyorum şimdiden.
Alev Özkazanç: Merhaba hocam, Sizi görmek çok güzel, konuşmanızı çok dikkatli dinledim. Çok önemli bir tartışma zemini açıyorsunuz ve birçok fikrinize doğrudan katılıyorum. Geniş ittifaklar meselesinin gerekliliği konusu, Batı merkezli kuramların bir yerden diğer yere geçirilirken, çevrilirken yol açtığı implikasyonlar yani kontrol dışı şeyler ve somut olarak neye ihtiyacımız olduğu gibi temel bir politik sorunun net olarak konulmaması… Bu vurgular benim için de çok temel şeyler. Öte yandan konuşmanızda belki yanlış anlamalara da yol açabilecek ya da benim farklı düşündüğüm ve tereddüt ettiğim konular var. Cezacı feminizmle ilgili tartışmaları bir kenara bırakıyorum. Amerika'daki siyah kadınların geliştirdiği, çok değerli bulduğum bu tartışmayı Türkiye tecrübesine aktarılabilir olarak görmüyorum. Ama Türkiye’de herhangi bir yerin deneyimini düşünürken bazı evrensel noktalara da işaret ettiklerini düşünüyorum.
Konuşmanızda toplumsal cinsiyet kavramıyla ilgili “Afgan kadınlar için toplumsal cinsiyet kavramının akışkanlığını konuşmak onlarda bir şey yaratmadı” dediniz; bu çok anlaşılır bir şey. O anda o Afgan kadınlarda yaratmamış olabilir. Fakat şu anda Türkiye için konuşalım. Toplumsal cinsiyet kavramının akışkanlığının yaniqueer, LGBTİ+ meselesinin, -kadın hareketi istesin, istemesin, tereddüt etsin, marjinal görsün, yerel bulsun, bulmasın- İstanbul Sözleşmesi tartışması ile birlikte bizzat iktidar tarafından politik rejimin merkezine konulduğunu gördük. Onlar öyle yapmamış olsalardı da toplumsal cinsiyet kavramının akışkanlığı çevresinde konuşulan konular, yaşamlar ve deneyimler meselesi her durumda yerli ve milli bir mesele. Çünkü o insanlar her yerde yaşıyorlar ve neredeyse her coğrafyada çok benzer bir ayrımcılığa uğruyorlar. Bu konuda siz ne dersiniz merak ediyorum.
Zehra Arat’ın konuşmasının sonunda söylediklerine çok güçlü bir şekilde katıldığımı da söylemek istiyorum. Bu, kadın hareketinin önüne alıp konuşması zor bir konu oluyor. Bu konu benim için o kadar net bir gerçeklik ki. “Neden başka şeyler konuşuyoruz, neden enerjimizi başka bir şeye ayırıyoruz?” demeyeceğim. Neden böyle olduğunu anlıyorum.
Fakat bir yanlışın içindeyiz. Bu, bir rejim meselesi ve çok merkezde bir mesele. Şimdi bir seçim geliyor ve kadın hareketinin gündeminde hiçbir seçim konuşması olmuyor. Oysa hiç beklenmedik bir şekilde baskın bir seçim ya da erken seçim gelebilir, seçim zamanında olabilir ya da bir nedenle geciktirilebilir. Türkiye'nin bu yola girdiği belli. İyi kötü bir muhalefet ittifakı da oluşmaya çalışıyor. Sıradan bir vatandaş olarak, bir feminist olarak şöyle hissediyorum. Herkes kendi örgütünü, kendi yakın bulduğu partiyi, örgütü, geniş bir muhalefet ittifakı için zorlamalı, bu talep yükseltilmeli diye düşünüyorum. Feministlerin de, geniş bir kadın gücü olarak bu tür bir muhalefet ittifakına “Biz de bunun kurucu bir parçasıyız. Bizim de temel taleplerimiz budur.” diyerek dahil olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunun en önemli uğraş meselesi olmasını yakın dönemde gerekli görüyorum. Teşekkürler.
Bilge: Öncelikle EŞİK’e çok teşekkür ederim. Konuşmanızda kimlik politikalarından bahsettiğiniz ve kimlik politikalarının üstünde bir feminist ve kadın hareketi ile devam etmemiz gerektiğini vurguladınız. Bugün çok tartışmalı olan kesişimsellik kavramıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Türkiye'de farklı bir uygulaması var. Laik kadınlar, Kürt kadınlar, farklı grupların özelliklerini bir arada barındırdığı, kimliklerin içinde yer aldığı grupların bazı talepleri ve farklılıkları var. Kesişimsellik kavramı ile ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Küresel bir kadın hareketini sekteye uğratan bir durum mudur? Bizi daha ileriye götürebilecek bir durum mudur? Yıldız Hocama da yanıt vereyim. Genç bir akademisyen olarak, genç jenerasyonlarla sizlerin bir araya gelmesi her zaman çok kıymetli. Teşekkürler.
Deniz Kandiyoti: Buraya kadarki sorulara yanıt vereyim. Yakın Ertürk’ün belirttiği istikrarsızlaşma meselesine tamamen katılıyorum. Mağduriyete takıldığımızı da çok güzel ifade etti. Pandemi konusunda ve bakım krizi konusunda bir şeyler yaptım. Pandeminin başında gazeteci Ezgi Başaran ile Gazete Duvar’da çıkan bir söyleşi yaptım. Bu söyleşide bakım krizinden bahsettim. Söyleşide, kadınların kat ettiği yolların erkek-kadın ilişkilerinde bir yeniden tanımlama yüzünden olmadığını; devletten, sosyal devletten veya başka yardımlarla kadınların bu işi yürüttüğünü iddia ettim. Bu çalışmada epey de tepki aldım. Sınıflar arası farkların çok büyük rol oynayacağını, işçi sınıfından kadınlar, yoksul kadınlar meselesine daha ciddiyetle geri dönmek gerektiğini düşünüyorum.
Esra'nın postyapısalcılık, aktarmacılık şeklinde verilen bilgiler ve bunların etkileri konusunda söylediklerini katılıyorum. Fakat bana kalırsa akademide Türkiye'nin yapabileceği kendine özgü birtakım işler var. Tarih yazımı konusunda Batı perspektifinin hakim olmasına karşılık Hindistan'da başlayansubaltern studiesdiye bambaşka bir tarih yazımı biçimi çıktı. Bu, metropolden değil başka yerlerden çıkan bir tarih yazım biçimi oldu. Ben Türkiye'den böyle bir feminist yazın çıkması ümidiyle yaşıyorum. Bizim olduğumuz yerden Türkiye'den Batı’ya eleştirel bakan ve feminist yazını yerinden oynatan perspektifler geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Sesleniyorum gençlere durmayın başlayın!
Fatma Hanım, tabii ki uluslararası platformlarda bulunmak, uluslararası dayanışma çok önemli. Birleşmiş Milletler bunun için çok zor bir ortam; politik dayanışmanın kolay yapılabileceği bir ortam değil. Katılımcı devletlerin bu süreçleri nasıl işlettiğini çok iyi biliyorsunuz. Birleşmiş Milletler’in kadın, aile üzerine özel bir raporunun danışma kurulundaydım ve rapor süreci çok sancılı oldu. Çünkü aile dostu grubun hücumuna uğradı. Konjonktürel olarak hangi grupların, hangi devletlerin güç ve söz sahibi olduğuna bakıp, o saflarda olduğunu düşünmeyeceğiniz bazı Batılı devletlerin de saf değiştirmesi meseleyi zor bir hale getiriyor. Dolayısıyla başka ne gibi uluslararası forumlar, ne gibi uluslararası çalışmalar yapılabileceği üzerine düşünmek lazım.
Zehra'nın söylediklerine de katılıyorum.Carceralfeminizm tartışmalarının siyah kadınlardan çıktığının farkındaydım. Akademik olarak governancefeminizme baktığımızda beyaz hukukçu kadınlar ve onların kendi içindeki didişmeleri ne yazık ki öne çıkıyor. Konuşmanızda iktidar sorununa değindiniz, “kadın hareketi başka türlü ileri gidemez” dediğiniz noktaya katılıyorum. “Mesele kadın hareketi değil, iktidarı değiştirmek için çalışmak” konusunda ben büyük bir değişiklik gözlemledim. Biliyorsunuz İran'da 2009'da Yeşil Hareket olmuştu. Yeşil Hareket’te birtakım erkekler peçe takıp, kendilerini Facebook'a koyarak kadınlık üzerinden kendilerine, öğrenci hareketine yapılmak istenen bir hakareti bu şekilde önlemişlerdi. Buna çok şaşırmıştım. O sırada Şirin Ebâdi ile bir mülakat yapmıştım. Bildiğiniz gibi kendisi İranlı Nobel kazanan hukukçu bir kadın. Bana şunu demişti: “Meseleye yanlış bakıyorsun. Benim bir sürü erkek müvekkilim vardı. Bu erkekler kadın hak taleplerine katılıyorlardı. Çünkü anladılar ki, iktidar değişimi kadın hakları meselesinin üstüne gitmeden hallolmaz.” Bana “Kadın hakları ve kadın hareketi şimdi iktidar değiştirmenin göbeğine oturmuş durumda” diyordu. İyice gerici iktidarlar, gerici toplumsal cinsiyet politikalarını pompaladıkça bu konu öne çıkıyor. Bir anlamda kadın özgürlüğü ve kadın hareketi, eskiden olmadığı kadar demokrasinin bir litmus testi haline geliyor. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi, toplumsal cinsiyetten ayrılamayacağı gibi şimdi daha merkezde. Ve genç bir kesim bunun merkezde olduğunu biliyor; bunun farkında.
Berrin Sönmez’in sorusuna geleyim. Koalisyonların çok zor olduğunu söylüyor. Evet, doğru; tarihte hep öyle olageldi. Erkek hareketlerine bakmak lazım. Amerika'da erkek hareketleri çok eski ve feminizme tepki olarak başladı. Bunların bir kısmı erkeklik kavramlarını içerden eleştiren, feminizme yakın ve eril normları yıkmaya çalışan erkekler gruplarıydı. Bu erkek grupları feminizme katkıda bulunmaya çalıştılar. Tabii hemen karşı gruplar kuruldu ve şimdi ortada korkunç derecede kadın düşmanı erkek grupları var. Özellikle internet üzerindekiler çok korkunç. Dolayısıyla erkekler arasında müthiş bir kutuplaşma var. Türkiye gibi ülkelerde erkek hareketleri yoktu. Çünkü erkekler o kadar egemenlerdi ki, kendilerini yeterince mağdur hissetmemişlerdi. Ama Ortadoğu’daki erkeklerin kendini mağdur hissetmesi için çok fazla bir şey gerekmiyor. Mesela Mısır’da boşanma hakkı bile doğru dürüst yok. Boşanma yasasında ufak bir değişiklik yaptılar, hemen “haklarımız gidiyor” diyen erkek grupları kuruldu. Babalık haklarından bahsedip, “nafaka vermek istemiyoruz” diyerek erkeklerin sivil toplumda mobilize olması bizde yeni sayılır. Dolayısıyla Halide Edip, Nezihe Muhiddin’in zamanındaki erkeklik coğrafyasıyla şu andaki erkeklik coğrafyası çok farklı. Erkekler, politik olarak kutuplaşmış durumda. Kadın hakları savunucusu olanlar bir yanda, diğerleri öbür yanda. Bu pozisyonlar oy vermeyle, politik yönelimlerle de örtüşüyor. Bu noktada zorlandığım bir konu var. Cinsel yönelimler ile politik yönelimler örtüşmüyor. Gey olup sağcı, ırkçı ve göçmen karşıtı olmak pekâlâ mümkün.
Berrin Hanım’ın sorusuna dönecek olursam bu erkeklik topografyasını anladığımı iddia edemem ama anlamak için çok ıstıraplı saatler geçirip o sağcı erkek sitelerinde bol bol dolaştım. Felaket bir şey. Kadın hareketine yakın durmak ve onları desteklemek isteyen erkeklerin meselesine de cevaplar bulmak lazım bence. Türkiye’de bu tip duyarlılıkların ne kadar gelişmiş olduğunu bilemiyorum. Ama görebildiğim kadarıyla birçok Batı ülkesinde, özellikle gençler arasında çok gelişmiş durumda. Bu gençler evlenince, çocukları doğunca ne olduğunu bana sormayın; bu yeni duyarlılıklar ile yetişkin hayatın getirdiği eşitsizlik ve baskılarla ne olacağını bilemiyorum. Yeni bir bütçe çalışması yapıldı. Çocuk vergisi diye bir şey var. Kadınların, şirketlerde yüksek ücretli mevkilerde çalışan kadınların ücretinin düşmesi çocuk sayısıyla ölçülüyor. Bu yapılan ekonomik bir çalışma. Bu değişebilir mi, nasıl değişir bilemiyorum, bu çok zor bir konu.
Alev Özkazanç, muhalefet ittifakının oluştuğunu söylüyor. Doğru; yalnız bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu muhalefet ittifakının asgari müştereklerinden biri İstanbul Anlaşması. Hiçbiri hükümetin kadın hakları, LGBTİ hakları konusundaki konumunu desteklemiyor. Ben hepsini, Babacan’ın, Meral Akşener’in bu konuda söylediklerini dinledim. CHP’yi saymıyorum bile. Davutoğlu’nun söylediklerini de dinledim. Burada muhalefet ittifakı oluşurken kadın hareketinin yapabileceği çok şey var. Çünkü bir ara kadın hakları bölücü bir unsurdu, şimdi ise birleştirici bir şey bence. Bu asgari bir plan. Belki ben güzelleme yapıyorum, belki de olaya fazla iyimser bakıyorum ama benim şimdiye kadar İstanbul Anlaşması konusunda okuduğum tepkilerde muhalefette bir çatlama, hükümetin saflarına kaçma durumu görmedim. Saadet Partisi’nin farklı olduğunu biliyoruz. MHP karşı ittifakta ama kadın meselesi konusunda da sadece “bu yabancıdır, bu emperyalizmdir” diyor. MHP’nin içinde de önemli laik bir kesim var. Evet, seçimi konuşmak lazım ama kadın hareketi olarak bir muhalefet ittifakının içinde yer almak bence şu sırada çok kolay.
Kesişimsellik kavramıyla ilgili soruya geleyim. Kesişimsellik yeni bir kavram bile sayılmaz. Çünkü kadının özne olarak sadece kadın olması zaten söz konusu değil. Ya siyahtır ya beyazdır, ya işçi sınıfıdır ya elittir; kadınları tek bir kategori olarak düşünemeyiz. Dolayısıyla kavram olarak kesişimsellik biraz fetişize ediliyor; bana yeni bir kavram gibi gelmiyor. Koalisyon kurmak, benzer olmak demek değildir; farklılıklar olduğu halde bir arada olmak demektir. Zaten dayanışma da budur. Bu, tek yumurta ikizlerinin dayanışması değil. Kız kardeşlik dayanışması tanım olarak farklı ve heterojen insanların birtakım ilkelerde birleşmesidir. Eşitlik kavramı da aynılık değildir. Eşitlik, farklılıklara rağmen hakların ve imkânların eşitlenmesidir. Dolayısıyla, ister istemez koalisyon dediğimizde kesişimsellik pratikte harekete geçiyor; zaten geçmezse de politika ölür diye düşünüyorum.
Nazik Işık: Seni görmek çok güzel, dinlemek bambaşka; çok teşekkür ediyorum. Bu tartışmanın kadın hareketi içerisinde, EŞİK’te başlamış olmasını çok büyük bir memnuniyetle karşıladığımı belirtmek için yazmıştım. Sanıyorum 2016 referandumundan sonra Uçan Süpürge’de siyasi ittifaklar, siyasi partiler arası ittifakların dışında, kadın hareketinin kendi ittifaklarını geliştirmek, sivil ittifaklar kurmanın nasıl olabileceği üzerine bir çalışma yapmıştık. Kadın hareketi, evrensel değerleri savunan bir hareket; hukukun üstünlüğünü savunuyor, demokrasiyi savunuyor. Cinsiyetimizle ilgili sorunlarımız açısından otokrasiyle değil demokrasiyle yönetilmek işimize geliyor. Hayata çıkar ilişkileriyle bakarsak Türkiye’nin dışa kapanmaması, laik bir ülke olarak kalması bizim için önemli. Avrupa Birliği’nin politik tutumu stratejisi ne olursa olsun üstüne oturduğu değerler bizim için de değerli. Bugün Türkiye’de kadınların hakları demokrasinin tam merkezinde. Aynı zamanda bizim için de nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizle ilgili olarak ilkelerden, kurallardan, şartlardan söz edip böyle bir ittifakın içerisinde yer almayı da geliştirmek önem taşıyor diye düşünüyorum. Sivil ittifaklar meselesinde sadece kadın hareketinin talepleri üzerinden bir ittifak siyaseti değil, Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağı üzerinden ittifaklar siyaseti geliştirmek ve bu ittifaklar siyasetinin içinde kadın haklarının, kadınların insan olarak varlığının, eşit varlığının kabulüne özel olarak alan açmaya dayalı bir siyasetten, ittifaktan söz etmiştim. Elbette kadın hareketi, siyasi bir hareket. Yeni bir politik hareket olarak doğmadı. Doğduğundan beri rejime karşı politik bir hareket çünkü. Bir örnek vereyim: 2016’da “Biz evde reis istemedik, memlekette reis ister miyiz?” diye sorduğumda tabanda yer alan AKP’li olduğuna yüzde yüz emin olduğum kadınlar bile gidip “Hayır” oyu verdiler. Bunu da gözden kaçırmamak lazım. Son olarak şunu vurgulayıp bitireceğim. Farklı sınıfların örgütlenmesi, farklı sosyal kesimlerden kadınların örgütlenmesi özel ve zor bir alan. Uzun zamandır yerel örgütlenme konusunda Kent Konseyleri gibi karma yapıların içerisinde farklı örgütlenmeler üzerinden çalışmakta olduğum için bunu biliyorum ve gözlemliyorum. Buna da dikkat çekmek istedim. Çok teşekkür ederim.
Sevgi Uçan Çubukçu: Deniz Hocam çok teşekkür ediyorum size. Bütün katılımcılarımıza da teşekkür ederiz. Bugünkü ilgi de bu konuların bizim için ne kadar can alıcı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla tartışmaya ve kendimiz üzerine düşünmeye devam edeceğiz. Hem bize yönelik saldırılara ilişkin hem de biz en güçlü bir biçimde buna karşı ne tip stratejiler üretebiliriz, yol alırız bunları düşünmeye devam ediyoruz. Çok teşekkür ederiz.